Varoluşçuluk

.......Varoluşçuların dilinde insan, insan adıyla geçmez. “orada oluş”, “varoluş”, “ben” , “kendi için varolan” gibi terimler içinde gösterilir.

Varoluşçuluğun sözcüleri, varoluş kavramını, varoluşsal yaşantı kavramı yoluyla ortaya koymaya çalışırlar. Böylesine bir varoluşsal yaşantı, Heidegger’e göre “ölüm deneyimi”dir. Sartre’a göre “bulantı”, Marcel’e göre insanın temel dinsel yaşantısı olarak gizemlik, Jaspers’a göre insanın içinde bulunduğu “sınır durumlar” olup, bütün bu kişilerin felsefeleri açıkça öznelci bir özellik gösterir.

Varoluş kavramından yola çıkan varoluşçular, madde ile bilincin (nesne ile öznenin) bilgi kuramı içinde ayrıma uğrayışını biryana bırakırlar. Felsefenin temel sorunu varoluşçulara göre, o güne kadarki felsefi gelişimlerin bir önyargısıdır. Varoluşçuluk böylece, insanın bilme yeteneğini dışlar. Özellikle de bilimsel bilgiyi değersizleştirir. Varoluşçular için nesnel gerçeklik bilimsel anlamda bilinemez, (bireysel olarak) yaşantılaştırılır ancak. Burada şunu da saptamak gerekir, varoluşçular “yaşantılaştırma” ile “düşünme”yi aynı kefeye koyarlar. “Bilimin olması hiçbir zaman mutlak zorunlu değildir” (Heidegger). “Tarih, sanat, şiir, dil, doğa, insan, tanrı bilime açık değildir. Bütün bunlar ………………… sözü geçen bu alanların varlığı, düşünmeyle yani, akıldışı yaşantıyla ilgili olan bir şeydir.” (Heidegger)

Nesnel gerçekliğe ilişkin yaşantıyı ortaya çıkaran şeyse “içsıkıntısı”dır. İçsıkıntısı yoluyla insan tüm dünya yüzündeki sonsal konumunu edinir; kendi atılmışlığını daha en başından ölümle belirlenmiş olan kendi varlığının inceliğini yaşar.

Aziz Çalışlar

“Çağdaş Felsefe”

Varoluşçuluk s.158-9

Yorumlar