Gazali-Hume ve Kuantum Fiziği Bağlamında "Nedensellik" II



Araştırma ve incelemesinde, küfre ve islama olan eğilimi eşit olan, bağımsız düşünceli kişi yok denecek kadar azdır.
(GazaliEl Mustasfa.58)



Fiziksel araştırmalar alanında, en yetkin felsefe, ancak cahilliğimizin sınırlarını biraz olsun geriletmekten başka bir şey yapmadığı gibi, mânevi veya metafizik araştırmalar alanında da, en mükemmel felsefe, belki de ancak bu cahilliğimizin genişliğini gözümüzün önüne serip büyütmekten başka şeye yaramaz. Şu halde, her türlü felsefi spekülasyonun neticesi, dikkatimizi, insanın, basiretsizliğiyle, kısa görüşü ve aczi üzerine çekmektir, şu kadar ki, kendisinden kaçmak veya kendisiyle karşılaşmamak yolunda ne kadar gayret sarf edersek edelim, bu netice, her fırsatta, karşımıza dikilip durur.
(Hume, An Enquiry 44)







Gazali
Hume


Yazımızın birinci bölümünde, Gazali ve Hume'un, insan zihninin işleyişine ilişkin düşüncelerini takip ettik.  Şimdi, izleyeceğimiz sıra üzere onların dış dünyada olup biten olaylar hakkındaki ifadelerini ele alalım, sebep-sonuç bağına ilişkin Hume'a kulak verelim:



.......bunun gibi tecrübeye başvurmadığımız müddetçe, tabiî olaylar alanında belirli bir sonucu ilk defa olmak üzere, hayal eden veya icad eden zihnin işlevi nasıl rasgele işe, bunun gibi, sebeple neticeyi bir araya getirecek ve bu sebebin aksiyonundan başka bir neticenin meydana gelmesini imkânsız kılacak olan bu sözde bağı, bu sözde irtibatı da, öylece, keyfî saymamız lâzımdır.

Meselâ ben, bir bilârdo topunun, ötekine, dosdoğru bir çizgi üzerinden ilerlediğini gördüğüm zaman, hattâ ikinci toptaki hareketin ya dokunma veya itilme neticesi olduğu aklıma geldiği farz edilse bile, aynı sebepten, şimdiki olaydan bambaşka olan daha binbir olayın meydana gelebileceğini tasavvur edemez miyim ? Bu topların her ikisi de, tam hareketsizlik içinde kalamazlar mı? Yahut birinci top, doğru bir çizgi üzerinden geri dönemez, yahut da İkinciden, herhangi bir hattı veya istikameti takiben, ayrılamaz mı? Bu varsayımların hepsi de, hem düzenli hem de akla yakındır. Şu halde, ötekilerinden daha az tutarlı ve daha az akla yakın olmayan bir varsayımı tercih etmemiz niçin icap etsin? İstediğimiz kadar a priori olarak yargılayalım: gene de bu tercihin mânasını ve dayanağını keşfedecek duruma gelemeyiz. (Yani hareket halindeki topun, duran bilardo topuna vurduğunda, duran topun beklentimizin aksine çok değişik yönlere gidebileceğini hatta hiç hareket etmeyebileceğini hayal etmek mümkündür ve akla yakındır. Bizi, duran topun başka herhangi bir biçimde değil de, beklentimiz yönünde hareket edeceğine inandıran güç nedir?  Burada sebep; hareketli topun duran topa vurması, sonuç ise, duran topun, çarpmanın etkisiyle hareket etmesidir. sebep ile sonuç arasında keşfedilemeyen bir güç varsa, duran topun çarpmanın etkisinden sonra binbir şekilde davranmasını beklemek mümkündür.)

Tek sözle, demek ki her sonuç, sebebinden ayrı olan bir olaydır. Şu halde sonucu sebebin içinde keşfetmek, imkânsızdır; şöyle ki zihin, bu neticeyi, ilk defa olarak icat veya idrak ettiği zaman, a priori olarak, bu ancak, tamamen rastgele bir surette olabilir. Netice, bize ima veya telkin edilmiş bulunduğu zaman dahi, bu neticeyi sebebe bağlayan bağ, bize, ister istemez keyfî görünür, zira, akıl ve idrakin gözünde, daima bir sürü neticeler daha vardır ki bunlar, akıla, aynı derecede tutarlı ve tabii görünürler.
Demek ki gözlem ve deneyin yardımı olmaksızın, tek bir olayı tâyine, bir sebebi veya bir neticeyi çıkarsamaya kalkışmamız boştur.[13]


Biz, sebep ile sonuç arasındaki bağın mahiyetini keşfedemeyeceğimiz gibi, mahiyetini bilmesek te böyle bir bağın olduğunu ancak deneyimle anlayabiliriz. Hayatında ilk kez hareketli bir bilardo topunun, duran topa çarptığını gören kimse, ikinci kez aynı olaya şahit olduğunda, duran topun hareket edeceği beklentisi içine girmez. Ancak bu olayı defalarca gören birisi çarpma sonucunda duran topun hareket edeceğini düşünür. Çünkü bu kişi, şimdiye kadar gördüğü benzer bütün durumlarda çarpma sonucunda hareketin meydana geldiğini görmüştür. 


Gerçekten biz, bu neticeleri, aklımızın salt bir işleviyle ve deneye başvurmaksızın keşfedebileceğimizi düşünmeye eğilimli bulunuruz. Öyle sanırız ki şayet bizi bu dünyaya ansızın sokuvermiş olsalardı, biz, gene de, bir itimle itilen bir bilardo topunun, bu hareketini başka bir topa geçireceğini ve bu sebeple, bu alanda hükmümüzü verebilmek üzere, olayı beklemeye hiç de lüzum olmadığını, daha ilk bakışta çıkarsayabilirdik. İşte alışkanlığın neticesi böyledir: hükmünü en kuvvetli bir şekilde sürdüğü zaman, tabii cahilliğimizi gizler, hattâ kendisini de gizleyip sırf kendini, bize, en büyük kudretiyle gösterdiği için hiçbir rol oynamıyor gibi görünür.[14]



Gazali ve Hume, neden ile sonuç bitişikliğinin bizde bir alışkanlık yarattığını ve nedeni her gördüğümüzde onunla beraber görmeye alışık olduğumuz sonucun da ortaya çıkmasını beklediğimizi ifade ediyorlar. Aynen Pavlov'un deneyindeki bitişiklik bağı gibi. Sebep, sonuç ile aynı değildir, ayrı şeylerdir. Her sebepten sonra sonucun gelmesi ve sonucun sebep ile bitişik olması, sebebin bilgisinden sonucun bilgisini zorunlu olarak çıkarsamaz. Sebebe ilişkin bizdeki bilgi ile sonuca dair bizde uyanan bilgi birbirlerinden büsbütün farklı şeylerdir. Birbirlerini kapsamaz ya da içermezler.



Bize bir obje gösterilsin ve, hiçbir evvelki gözleme başvurmaksızın, bu objeden çıkacak netice hakkında bizden hüküm vermemiz istensin: işte zihnin, bu işlemi ne suretle yerine getirmesi lâzım geleceğini lütfen bana söylemenizi rica ederim!

Zihnin, bu objenin neticesi diye göstereceği herhangi bir olayı ya icat yahut da hayal etmesi gerekir ki bu icat da, besbelli ki, tamamen rastgeledir ve başka bir şey olamaz da. Zihnin, hatta en titiz incelemenin, en dikkatli araştırmanın sonunda dahi olsa, zihnin, neticeyi bu sözde sebepte keşfetmesi, kesinlikle imkânsızdır. Zira netice sebepten büsbütün başkadır ve, bundan ötürü de, biri ötekinin bilgisinden çıkarılamaz. İkinci bilardo topunu canlandıran hareketle birinciyi canlandıran hareket, birbirlerinden mutlak surette ayrı olan iki olaydır.[15]


Peki ama sebep ile netice arasında zorunlu bir bağ yoksa, bu ilişki "mümkün" bir ilişki ise neden dış dünyada aynı olayın aynı sonuçlarına değil de çok farklı sonuçlarına rastlamıyoruz? Yani örneğin ateş neden hep yakıyor? neden başka bir sonuç doğmuyor? Yada sebepsiz bir şey neden meydana gelmiyor? Su yüz derece değil de elli derecede neden kaynamıyor veya su neden hiçbir ısı artışı olmaksızın kendiliğinden kaynamıyor?

Doğada her şey bizdeki adet-alışkanlık paralelinde oluyor da neden farklı bir durum söz konusu olmuyor? Bu soruya kuantum fiziğinden bahsettikten sonra döneceğiz. Şimdi sebep-sonuç bağına ilişkin Gazali'ye dönelim.

Gazali, Tehafüt'te "Mucizelere Dair" başlığı altında Hume ile aynı paralelde, sebep-sonuç bağının birbirlerinden bağımsız şeyler olduğunu, birinin ötekini zorunlu kılmadığını, bu birlikteliğin aslında bizde oluşan bir alışkanlık olduğunu belirtiyor:



Alışkanlık eseri olarak, sebep diye inanılan şey ile sonuç (müsebbeb, sebepten sonra gelen şey) diye inanılan şey arasını birleştirmek bize göre zorunlu (zarurî) değildir. Bilakis her (ikisi) ayrı şeylerdir, bu; o, değildir, o; da bu değildir. Birinin ispatı (olumlanması) diğerinin ispatını içermez (tazammun etmez). Birinin yokluğu (nefyi), diğerinin yokluğunu  kapsamaz. Birinin varlığı için; diğerinin varlığı zorunlu olmadığı gibi, birinin yokluğu diğerinin yokluğu için zorunlu değildir. Susuzluk ve su içmek, doymak ve yemek, yanmak ve ateşe girmek, aydınlık ve güneşin doğması, ölüm ve boynun kesilmesi, şifâ ve ilâç içmek, ishâl ve müshil kullanmak vs. gibi tıpta, astrolojide  sanatlarda (kimya'da) ve maharetlerde görüldüğü gibi birbirine bitişik şeyler değildir. Bunların birbirine bitişik oluşu Allah'ın daha önceki takdirinden dolayıdır. Bilakis, yemeden tokluğu yaratmak, boyunu kesmeden ölümü yaratmak, boynu kesmekle beraber hayatı devam ettirmek ve daha buna benzer art arda gelişlerin hepsine (Allahın) gücü yeter.[16]




Görüldüğü gibi Gazali, sebep ile sonucun birarada oluşunu Allah'ın daha önceki takdiri olarak görmektedir. Yani sebep ile sonuç arasındaki, Hume'un  "natural powers" , "secret powers" dediği ve ne olduğu konusunda açıklık getirmediği noktadaki bu gücün, evrende cereyan eden Allah'ın bir fiili olarak görmektedir. 



Herhalde itiraf etmek lâzımdır ki tabiat, bizi, bütün sırlarından çok uzak ve yabancı tutmakta olduğu gibi objelerin özeliklerinin tek kaynağı olan kudret ve prensiplerini bizden gizleyerek bu objelerin üstteki niteliklerinden ancak birkaçını tanımamıza izin vermiştir. Duyularımız, bize, ekmeğin rengini, ağırlığını ve kıvamını haber verir, fakat ne duyularımız ne de akıl ve kavrayışımız, ekmeği, insan vücudu için bir gıda ve bir destek yapan nitelikleri bildiremez. Görme veya dokunma da, bize cisimlerin fiilen hareketi üzerinde bir fikir verir; lâkin biz, hareket halindeki bir cismi sürükleyip ona aralıksız yer değiştirtmeye kabiliyetli olan bu kuyvet, bu olağanüstü iktidar, bir cismin ancak başka bir cisme geçirtmek üzere kaybettiği kuvvet hakkında bir fikir edinebilmekten çok uzağız. Fakat tabiatın kudretleri ve prensipleri hakkındaki bilgisizliğimize rağmen biz, aynı hissedilir nitelikleri görmekle, bunların, aynı gizli kudretlere tâbi ve bağlı olduklarını farz eder ve bunlardan, evvelce görmüş olduklarımıza benzer neticelerin meydana geleceklerini pekâlâ umarız. Bize, rengi ve kıvamı bakımından, evvelce birçok kere yediğimiz ekmeğe benzeyen bir cisim göstersinler: deneyi, tereddüt etmeden, tekrarlar ve bu yeni cisimde, önceden ve kesinlikle aynı yiyeceği, aynı gıdayı görürüz. Şimdi burada zihnin veya düşüncenin temelini bilmeye pek istekli olduğum bir edimi (act) vardır. Hissedilir niteliklerle gizli kuvvetler arasında bilinen bir bağ olmadığı ve bunun neticesinde, zihni, bunların sürekli ve düzenli birleşikleri hakkında böyle bir vargıya getiren şeyin, tabiatlarında bulunan ve bilinen bir şey olmadığı herkesçe teslim edilir.[17]




Burada "gizli kudret"  ya da "tabiatın kudretleri" olarak çevrilen, Hume'un bazen "natural powers and principles" bazen "secret powers"  bazen de  "force or power" dediği,  sebep ile sonuç arasındaki gizemli bağın özüne karşılık gelen bir kelime olarak "power"ın, kimi yabancı kaynaklarda "müphem ve yaygın manada kullanıldığı" yönünde açıklama vardır. Hatta bu kavram hakkında daha tam ve doğru açıklamanın, söz konusu argüman için ek delil verebileceği yazılır. Kelimenin açıklanmasının "daha tam" argüman sağlayacağı iddiası bu noktada tam bir saçmalık ifadesidir.Çünkü, zaten Hume'un bahsettiği bu güç, insan zihninden gizli olmasaydı, Hume, gizemli "power" ın açık ve seçik tanımını yapabilirdi. Hume, bu mümkün olamadığı için, yani böyle bir gücün, insan zihninde herhangi bir izlenimi olmadığı için- biraz da kendi felsefesiyle tutarlı olmak adına- kelimeyi tanımlama girişiminde bulunmuyor. Neden-sonuç bağının "doğası", gizemli kilidi, işte bu söz konusu güçtür. Bütün mesele, bu gücün ne olduğunun bilinmemesidir. Bilinmesinin de mümkün olmaması, olamamasıdır:



Demek ki tabiatın gidişiyle fikirlerimizin biribirinin ardısıra gelmesi arasında bir nevi önceden kurulmuş bir ahenk, (pre-established harmony) vardır; öyle ki tabiatı yönelten kuvvet ve kudretler bizce tamamen bilinmez olduğu halde, gördüğümüze göre düşünce ve idraklerimiz, tabiatın diğer faaliyet ve eserleriyle aynı seyirde yürüyegelmişlerdir.....................Tabiat, nasıl ki bize, el ve ayaklarımızın kullanılışını, bunları harekete getiren sinir ve adalelerin bilgisini vermeksizin öğretmişse, içimize de öyle bir içgüdü yerleştirmiştir ki bu içgüdü, düşünceyi, dış objeler arasında hattâ bu objelerin düzenli gidiş ve birbirlerini takibedişlerinin tamamen bağlı olduğu kuvvet ve kudretlerden haberimiz olmamasına rağmen —tabiatın kurmuş olduğu akışa karşılık olan bir akış ve gidişe yöneltir.[18]


Neden ile sonuç arasında cereyen eden bilinmezliğe ilişkin sözü tekrar Gazali'ye vermeden önce, günümüz fizik bilimine bakalım ve kuantum fiziğinin öncülerinden Nobel ödüllü Werner Heisenberg'i dinleyelim. Çünkü, örneğin bir gaz molekülünün yaptığı düzensiz hareketleri belirlemenin ya da neden-sonuç bağının özünü bilemeyişin, bu tarz olgulardan hareketle genel anlamda nedenselliğin artık modern bilim tarafından da sorgulanmasına yol açmıştır.


Kuantum Fiziğinde Neden-Sonuç İlişkisi


Heisenberg,  Fizik ve Felsefe adlı kitabında, nedensellik konusuna değinirken Kant'ın uzay,zaman ve nedensellik ilkesine bakışını kısaca ele alıyor. Bilindiği gibi Kant, uzay, zaman ve nedensellik ilkesini aklın a priori formları olarak ele alır.Onlara mutlaklık atfeder. Yani uzay (mekan) ve zaman, biz olsak da olmasak da bizden bağımsız olarak, bizim dışımızda bir gerçeklik olarak vardır ve mutlaktır. Biz bir şeyi ancak bir mekanda ve zamanda görebiliriz. Zamandan ve mekandan soyutlanmış bir şey düşünmek mümkün değildir. Bizler objeleri zaman ve mekan gözlükleri sayesinde görebiliriz. Aynı şekilde nedensellik ilkesi de aklın a priori bir formudur.

Şimdi hemen şunu hatırlamalıyız; Hume, nedensellik ilkesine özel bir isim vermeden zihnin işlevi olarak görüyordu. Gazali'de ise, bize nedensellik ilkesini veren, zihinde izlenimleri birleştirip ayrıştıran ve akıldan ayrı bir güç olarak gördüğü "Düşünme Gücü" dür (Mütefekkire). Gerek Hume gerekse Gazali nedensellik ilkesini a priori olarak görmez. Hatta ilginç biçimde Gazali, modern fiziğin de bugün kabul ettiği bir şekilde, mutlak uzay ve zaman kavramlarına da karşı çıkar. Gazali’ye göre “zaman” ve “mekan” bizim muhayyile (hayal) kuvvetimizin ve algı duyumumuzun şartları olup dışa ait (dış dünyaya ait) gerçeklikleri ve geçerlikleri yoktur. Evren ona göre, Allah’ın hür iradesi ile yoktan yaratılmıştır. Bu gerçeği de tabiata ve ondaki düzene yönelen akıl değil, fakat, Allah’a yönelen kalp gözü anlayabilir. 

Heisenberg, kuantum teorisinde, baştan beri özellikle "gözlem" konusu üzerinde duruyor. Kuantum fiziğinde gözlemin kendisi, klasik özne-nesne ayrımını kabul etmez. Gözlem (yani gözlemci), gözlenen olaydan ayrı, ondan bağımsız değildir. Tersine ilişki içindedir ve gözlemin kendisi, gözlenen olayı etkiler. Yani, "olabilecek olanı" "potansiyeli", gözlem anında potansiyel olmaktan çıkarıp olay haline getirmektedir. Teknik terimlerle ifade edersek, bilkuvve olanın bilfiil hale geçmesinde bizzat gözlemin kendisi de rol almaktadır. Şimdi, kuantum fiziğine göre, sebep ile sonuç arasındaki ilişkiye bir de gözlemci faktörü yani özne de dahil olmuştur. Heisenberg, Kant'ın nedenselliği "a priori" olarak görmekle yanıldığını söylüyor. Çünkü Kant, nedenselliği, zihnin doğuştan sahip olduğu a priori bir formu olarak görmekteydi.

Heisenberg, Kant'ı eleştirerek şöyle diyor:



Kant'ın öğretisini modern fiziğin sonuçlarıyla karşılaştıracak olursak ilk anda, onun felsefesinde dayanak noktası sayılan "estetik a priori yargılar"ın 20.yüzyılın bilimsel keşifleriyle darmadığın olduğu görüntüsü uyanır bizde. Genel relatiflik teorisi, bizim uzay ve zaman hakkındaki görüşlerimizi alt üst etmiştir, ama aslında uzay ve zamanın yepyeni niteliklerini ortaya sermiştir ve bu niteliklerde, Kant'ın o salt sezgisine ilişkin a priori biçimlere rastlanmaz. Kuanta teorisinde ise nedensellik yasası ele alınmaz veya klasik fizikte olduğu tarzda ele alınmaz ve enerjinin korunumu yasası artık elementer tanecikler için doğru değildir..................... Örnek olarak nedensellik ilkesini ele alalım...........................Örneğin bir radyum atomu durup dururken bir alfa taneciği yayınlayabilir mi? Alfa taneciğinin yayın zamanı önceden söylenemiyor. Fizikçiler tecrübelerine bakarak diyebilirler ki, bu yayın ortalama olarak iki bin yılda bir vaki oluyor. Alfa taneciğinin çıkışını gözleyecek olursak, fizikçiler burada, böyle bir yayını zorunlu kılan o daha önceki olayı soruşturmuyorlar artık. Önce gelen olayı bulmak istemek pekala mantıksaldır. Şimdiye kadar bu olayı bulamadık diye cesaretimizin kırılmasına da gerek yoktur. Peki ama, Kant’tan bu yana bilimsel yöntemler böylesine önemli bir sorunda bu kadar değişikliğe mi uğramıştır?
Bu soruyu iki biçimde cevaplamak mümkündür: Biz, tecrübelerimizle, deneylerle, Kuanta yasalarının doğruluğu sonucuna vardık. Böyle olduğuna göre, yayının kendisinden belirli bir anda zorunlu olarak doğduğu o önce gelen olay yoktur, bunu da biliyoruz demektir.
İkinci cevap şu: Biz önce gelen olayı tanıyoruz, ama “kesinlikle” tanımıyoruz. Atom çekirdeğinde alfa-taneciğini yayınlatan kuvvetleri biliyoruz, ne var ki bu bilgimiz bir kesinsizliği içeriyor ve bu kesinsizlik de çekirdek ile evrenin geri kalan bölgesi arasında oluşan karşılıklı-etkiden doğuyor. Alfa-taneciğinin niçin tam o anda yayınlandığını bilmek istersek, tüm evrenin mikroskobik durumunu, içine gözlemcinin de girdiği tüm mikro durumları bilmemiz gerekir. Oysa bu gerçekten imkansız bir şey. Onun içindir ki, Kant'ın nedensellik yasasının a priori karakteriyle ilgili kanıtlarını uygulamak olacak iş değildir.[19]
Kuantum fiziğinde nedensellik ilkesine bakış açısı değişmiştir. Maddenin en küçük yapıtaşı olan atom ve atomaltı parçacıkların yapısına ilişkin keşifler, madde denen şeyin aslında materyalistlerin iddia ettiği gibi özneden yani gözlemciden bağımsız bir varoluşa sahip olmadığını göstermiştir. Materyalistlerin ulaşmaya çalıştığı özneden bağımsız, kendinde gerçek bir varlığa sahip madde anlayışı, aslında tartıştığımız nedensellik konusundan ayrı bir konu değildir. Sonuçta düşünürlerimiz, nedensellik denen şeyin, iki olay arasındaki bağın kökeninin, maddede değil insan zihninde olduğu konusunda hemfikirdir. Zorunluluk akla ait bir özellik iken, dış dünya, maddi alem, olumsallıklar dünyasıdır, "mümkün"dür. Çelişki kavramı hep mantıksal çerçevede ele alınır. Dış dünyada birbirinin tersiymiş gibi görünen şeyler çelişki değildir.

Zaten iki olay arasında mekanik zorunlu bir bağ "görmeyi" isteyenler, materyalistlerden başka kim olabilir? Hatta burada yeri gelmişken Frederich Engels'i hatırlamak yerinde olacaktır.Bilindiği gibi Engels, Marks ile beraber çalışmış, onunla kitaplar yazmış ve fikirleri Marks üzerinde derin tesirler bırakmış bir komünist kuramcıdır. Bizi burada ilgilendiren onun düşünce ile varlık ilişkisine dair söyledikleridir. Acaba H.Z.Ülken hocamın tabiriyle tarihî materyalizmin apotrlarının (koruyucuları, havarileri) varlık-düşünce ilişkisine dair delilleri nedir? Engels, Kant'ın adeta ince dantel gibi dokunmuş felsefesinde "kendinde şey" dediği ve varlığına, akılla kesin olarak nüfuz edemediğimiz, kavranamaz dediği gerçekliğe ilişkin "kurnazca" bir çözüm yolu gösteriyor; Feuerbach'ı tekrarlayarak, itirazın "derin olmaktan çok nükteye dayalı" olduğu itirafını da yaparak getirilen pratik delil şöyledir:



Ama daha bir dizi başka filozof da vardır ki, dünyayı bilmenin olanaklı olduğunu, ya da en azından derinliğine bilmenin olanaklı olduğunu kabul etmezler. Modernler arasında Hume ve Kant bunlardandır, ve bunlar, felsefenin gelişmesinde çok büyük bir rol oynamışlardır. Bu görüş tarzını çürütmek üzere söyleneceklerin özü, idealist görüş açısından olanaklı olduğu ölçüde, daha önce Hegel tarafından söylenmiştir; Feuerbach’ın materyalist açıdan
buna eklediği, derin olmaktan çok nükteye dayanır. Bu felsefe saplantısının en çarpıcı çürütülmesi, bütün öteki saplantılarda olduğu gibi, pratiktir, özellikle deneyim ve sanayidir. Eğer biz, doğal bir görüngü hakkındaki anlayışımızın doğruluğunu, bu görüngüyü biz kendimiz yaratarak ve onu koşullarının yardımıyla meydana getirerek ve hele onu kendi amaçlarımıza hizmet ettirerek tanıtlaya
biliyorsak, Kant’ın kavranamaz kendinde şey”inin işi biter. !!! (ünlemler bana aittir) Bitkisel ve hayvansal organizmalarda üretilen kimyasal tözler, organik kimya birbiri ardından onları birer birer yapmaya koyuluncaya kadar, böyle “kendinde şeyler” olarak kalırlar; ama kimya onları yaptı mı, “kendinde şey”, bizim için şey haline gelir, tıpkı örneğin, 
artık kızılkök halinde tarlalarda yetiştirmeyip çok daha kolaylıkla ve daha ucuza taş kömürü katranından çıkardığımız alizarin gibi. [20]


Materyalizmin apotrları, töz kavramını çocukça bir felsefe diliyle mi ele alıyorlar??? Bu nasıl bir epistemolojidir??? Hammadde töz müdür??? Birşey işlenince "kendinde şey" olmaktan mı çıkıyor??? O halde evreni anlamak için felsefe yapmaya, dinsel inanca sahip olmaya gerek yoktur. Sanayi kuruluşları kurmak yeter!!! Engels'in Manchester’da fabrika açmasının sebebi belkide budur!!! Böyle bir saçmalıktan koskoca siyasal sistemlerin nasıl çıktığına insan hayret ediyor açıkçası. Gerçi, gençlik yıllarında 18 saat mesai yapan birinin "komünist manifesto" yazarlarından biri olması pek şaşırtıcı olmasa gerektir. 


Materyalistlerin doğayı nasıl görmek istediklerine karşın, doğanın nasıl davrandığı konusuna ilişkin Heisenberg'in şu sözleri oldukça anlamlıdır:



Kuanta teorisine karşı çıkanların hepsi bir noktada birleşiyorlar. Onların kanısına göre arzu edilen durum, klasik fiziğin Realite (gerçeklik) tasarımına ya da  daha genel olarak söyleyelim, materyalist felsefenin ontolojisine (varlık anlayışına) dönmektir; yani en küçük parçaları, biz onları gözlemleyelim veya gözlemlemeyelim, tıpkı taşlar ağaçlar gibi nesnel tarzda var olan objektif, real bir dünya tasarımına dönmek gerekir.

Ne var ki, bu olacak iş değildir veya özellikle, önceki bölümlerde değindiğimiz üzere, atom olaylarının niteliği bakımından tam olarak mümkün olamaz. Atom olaylarının aslında nasıl olmaları gerektiği hakkında arzular beyan etmek bizim işimiz değildir. İşimiz ancak bu olayları anlamak olabilir.[21]







II. Bölümün sonu...











KAYNAKÇA


[13] HUME, David. (1986). An Enquiry Concerning Human Understanding. (Çev. Selmin Evrim). İstanbul: M.E.G.S.B. İkinci Basım s.25 (Bundan sonra An Enquiry olarak anılacaktır.)

[14] An Enquiry.40

[15] An Enquiry.41

[16] GAZALİ, Tehâfüt El-Felâsife, Filozofların Tutarsızlığı, Çev. Bekir Karlığa, Çağrı Yay. İstanbul 1981, s. 159 

[17] An Enquiry.47-8


[18] An Enquiry.82-4

[19] HEISENBERG, Werner. (2000). Fizik ve Felsefe (çev. Yılmaz Öner) Belge Yay. III.basım s.70-1 (Bundan sonra Fizik ve Felsefe olarak anılacaktır.)

[20] F. ENGELS, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim. Bolelli, Ankara: Sol Yayınları, 1979, Düzenlenme Eriş Yay. 2003  s.24-5

[21] Fizik ve Felsefe.115

Yorumlar