Gazali Eserleri- El-Munkiz


Gazali, bu kitabında, düşünce hayatının gelişimini ve hakikate nasıl eriştiğini anlatmakta ve bazı fırkaları inceleyerek tenkit etmektedir.



El-Munkiz min-eddalâl 


Bismillahirrahmanirrahim


Her kitabın ve makalenin başında, kendisine hamd ile başlanan Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Risâlet ve nübüvvet sâhibi Muhammed Mustafa’ya “sallallahü aleyhi ve sellem”, âline ve ashabına “rıdvanullahi Teâlâ aleyhim Ecmel’in” salât ve selâm olsun!

Ey din kardeşim!

 Benden ilimlerin gayesini ve sırlarını, mezheplerin insanı helâke götürenlerini ve özelliklerini açıklamamı istedin. Birbirine zıt olan çeşitli fırkaların ve yolların arasından hakkı bulup, ortaya çıkarmak için çektiğim sıkıntıları, taklitten kurtulup, doğru itikada nasıl ulaştığımı bildirmemi istedin.

 Önce kelâm ilminden faydalandığım noktaları, ikinci olarak hakikate ulaşmakta, sâdece masum kabul ettikleri imamlarını taklit etmeyi kâfi gören ehl-i talimin (İsmailliye, bâtıniye fırkasının) yollarını nasıl bulduğumu soruyorsun. Üçüncü olarak da, hakir ve hafif gördüğüm felsefecilerin yollarını soruyorsun. Netice olarak tasavvuf yolunu beğenip, kabul ettiğimi, tasavvuf ehlinin sözlerini ve hâllerini incelediğimde, öğrendiğim hakikatlerin bende bıraktığı intibaları soruyorsun. Yine Bağdat'ta pek çok talebeye ders verip, ilmi yaymakta iken, bundan niçin vazgeçtiğimi, uzun bir aradan sonra Nişabur'a dönüp, tekrar
ilim öğretmeğe başlamamın sebebini açıklamamı istedin. Bunları sormaktaki samimiyetine inanarak, arzunu yerine getirmek için cevabını yazıyorum. Bu hususta Allahü Teâlâ’dan yardım diler, ona tevekkül ederim. Muvaffak etmesi için dua ederim. Ona sığınarak derim ki: Allahü teâlâ sizi doğru yolda bulunmaya, muvaffak etsin. Hakikate boyun eğmenizi kolaylaştırsın.

 İnsanların, çeşitli din ve milletlerde bulunuşu ve bir ümmetin çeşitli fırkalara ayrılması, birçok insanın içinde boğulduğu derin bir denizdir. Çok az insan bu denizde boğulmaktan kurtulmuştur. Her fırka, kendinin doğru yolda olduğunu zan eder. [Mü’minûn suresi 53.] Ayet-i kerimesinde mealen: (Her fırka kendi din ve mezhebine güveniyor, hak olduğuna inanıyor) buyuruldu. Bütün sözleri hakikat olan ve Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendi ümmetinin de fırkalara ayrılacağını bildirmiş ve (Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız bir fırkası kurtulacak) buyurmuştur. Peygamber efendimizin haber verdiği gibi oldu. [Esham-ı kiram, kurtulan fırkanın kimler olduğunu sorunca, Peygamber efendimiz, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve ashabımın gittiği yolda gidenlerdir) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduğu gibi oldu.]

Gençliğimin ilk yıllarından yani yirmi yaşımdan önceki buluğ çağıma yakın bir zamandan beri ki, hep bu derin denizin dalgalarıyla mücadele ediyordum. Cesaretle derinliklerine dalıyordum. Her türlü karmaşık meselelerle uğraşıyordum. Bütün güçlükleri yenmeye çalışıyor, her uçuruma atlıyordum. Her fırkanın itikadını inceliyor, mezhebine ait sırları ortaya çıkarmaya uğraşıyordum. Hangisinin hak, hangisinin bâtıl, hangisinin Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun ve hangisinin bidat üzerine kurulmuş olduğunu öğrenmeye çalışıyordum. Şimdi elli yaşımı geçmiş bulunuyorum. Bâtıniliğin bütün gizliliklerine varıncaya kadar inceledim. Zahiriyyeye mensup olanların tuttuğu yolun neden ibaret olduğunu araştırdım. Her felsefecinin, felsefesinin iç yüzünü araştırdım. Her kelamcının sözünü ve mücadelesinin neticesini anlamak için gayret ettim. Bir tasavvuf ehlinin kalp temizliğine nasıl ulaştığının sırrını anlamaya çalıştım. Bir âbidin çok ibadet etmesinin ona ne sağladığını araştırdım. Allahü Teâlâ’ya inanmayan bir zındığın, bu inkâra cüret etmesinin sebebini inceledim. Gençliğimin ilk yıllarından beri, hakikatleri kavramaya çok arzulu olmam, yaratılışımdan gelen bir âdetimdir. Bu benim elimde değildir. Allahü teâlânın bana ihsan ettiği bir hâldir. Bu sâyede, itikatta taklitten kurtuldum. Çocukluğumda örf ve âdete dayanan akideden sıyrıldım. Çünkü Hristiyan çocuklarının Hristiyan, Yahudi çocuklarının Yahudi, Müslüman çocuklarının da Müslüman olduğunu gördüm. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadis-i şerifte, (Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hristiyan, Yahudi ve Mecusi yapar) buyurdu. Asıl yaratılışın hakikatini ve anneyi, babayı, hocayı taklit etmekle elde edilen akidelerin, inançların esasını araştırmayı istedim. Bu taklit ile inanmanın başlangıcı telkin ile idi. Telkin ile başlayan bu taklitleri birbirinden ayırmak için, içime bir arzu düştü. Hâlbuki bunların hangisinin hak, hangisinin bâtıl olduğu hususunda ihtilâflar vardı. Bunu nasıl yapabilirim diye düşündüm. Dedim ki, benim asıl arzum, işlerin hakikatini bilmektir. O hâlde, önce ilimin hakikatini bilmem lâzımdır. Öyleyse ilimin hakikati nedir? Nihâyet ilimin hakikati bana şöyle zahir oldu. Yakıni sağlayan ilim öyle bir ilimdir ki, onunla bilinen şeyler açıkça anlaşılır. Asla şüphe kalmaz.  O ilimde yanlışlık ve hata bulunmaz. Kalp böyle bir ihtimâle imkân bulamaz. Hatadan emin olmak için, ilim öyle kuvvetli olmalıdır ki, birisi bu ilimin bâtıl olduğunu iddia etse, davasının doğruluğunu ispat için taşı altın, değneği yılan hâline getirse, bu durum o ilime sahip olan kimseyi asla şüpheye düşürmez. Ben on sayısının üç sayısından büyük olduğunu bildiğim hâlde, birisi üç sayısı on sayısından büyüktür. Bu sözüme inanman için, değneği yılan hâline getireceğim dese, bunu yapsa, ben de görsem, bu sebeple bilgimde bir şüphe meydana gelmez. Ancak o kimsenin bu işi nasıl yaptığına şaşarım. Daha sonra anladım ki, bu şekilde kesin olarak bilemediğim ilime güvenilemez. Şek ve şüphe bulunan ilim, kesin ilim (ilim-i yakîn) değildir.


Safsataya İtibar ve İlimleri Red Edişim

Sonra bilgilerimi inceledim. Kendimde duyu organlarımla elde ettiğim, delile muhtaç olmayan açık bilgilerden (on sayısı üç sayısından büyüktür gibi) başka güvenilecek kesin bilgi bulamadım. Ümitsizliğe düştüm. Kendi kendime dedim ki: Duyu organlarıyla anlaşılan ve açık olan bilgilerden başka müşkülleri çözecek başka bir vâsıta kalmadı. O hâlde önce bu bilgileri inceleyip, sağlamlık derecelerini anlamalıyım. Böylece duyu organlarına güvenim, açık bilinen bilgilerde yanılmaktan emin oluşum ve taklite dayanan eski bilgilerime güvenim gibi midir? Yoksa pek çok kimsenin şüphe götüren ve ispatı gerektiren bilgileri gibi midir? Bunların hangisi olduğunu sağlam bir şekilde öğrenmem gerekirdi. Bu sebeple, duyu organlarıyla bilinen ve zaruriyat, yani açıkça bilinen bilgiler üzerinde gayet ciddî bir şekilde düşünmeye başladım. Kendimi bu bilgiler hususunda şüpheye düşürmenin mümkün olup, olmayacağını araştırdım.

Duyu organları ile elde ettiğim bilgiler hakkında şüphelerim artıp, bunlarla da hata yapmanın mümkün olduğu kanaatine vardım. Devamlı artan şüphelerim üzerine, kendi kendime dedim ki: Duyu organlarının en kuvvetlisi gözdür. Göz, gölgenin durduğuna, hiç hareket etmediğine hüküm verir. Hâlbuki bir müddet tecrübeden sonra, gölgenin hareket ettiği anlaşılır. Gölgenin hareketi fark edilecek şekilde olmayıp, yavaş yavaştır. Öyle ki, hareketsiz kaldığı hiçbir an yoktur. Yine göz, yıldızları bir altın lira büyüklüğünde görür. Hâlbuki astronomi ve hendese ilimleri ile o yıldızın, üzerinde yaşadığımız dünyadan daha büyük olduğu anlaşılır. Göz yanıldığı gibi, diğer duyu organları da yanılır. Duyu organlarının kendi bilgilerine göre verdikleri hükümlerin yanlış olduğunu, akıl, savunmaya imkân bırakmayacak şekilde gösterir. Bunun üzerine, artık duyu organlarına da güvenim sarsıldı. Son derece açık olan akli ilimlerden başka bir şeye güvenim kalmadı. On sayısı, üç sayısından büyüktür. Bir şey hem var, hem yok ve bir şey hem hâdis, yani sonradan var olan, hem de kadim, başlangıcı olmayan olamaz. Her aklın tereddütsüz kabul edeceği hususlarda olduğu gibi, akli ilimlere güvenilir, dedim.

Buna cevap olarak mahsusat, yani duyu organları dedi ki: Akli ilimlere nasıl güvenebilirsin? Hâlbuki bundan önce duyu organlarına güveniyordun. Akıl hâkim geldi, bizim yanılabileceğimizi söyleyip, bizi yalanladı. Eğer akıl olmasaydı, sen devamlı olarak ve ısrarla bizi tasdik edecektin. Şimdi muhtemeldir ki, akılın da ötesinde bir başka hâkim vardır. O ortaya çıkarsa, akılın duyu organlarını yalanladığı gibi, o da aklın yanıldığını söyler. Aklın yanıldığını söyleyecek böyle bir hâkimi bilememen, onun yok olduğunu göstermez. Bu cevap karşısında nefsim durakladı. Sonra, verdiği şüpheyi kuvvetlendirmek için, şöyle dedi: Görmez misin ki, uykuda iken, rüyada bazı şeyleri görüyorsun. Bir takım hâlleri hayâl ediyorsun. Onların hakikat olduğunu kabul ediyorsun. Uykuda iken, rüyada gördüklerin hakkında bir şüpheye düşmüyorsun. Fakat uyanınca, rüyada inandığın şeylerin hiçbirinin aslı olmadığını anlıyorsun. O hâlde, aklın ile anlayıp, inandığın bilgilerin, sâdece içinde bulunduğun hâl sebebiyle sana doğru gibi gelmiş olmadığını nereden biliyorsun? Mümkündür ki, sende başka hâl meydana gelir de, rüyada gördüğünü uyanınca kabul etmediğin gibi, akılınla anladığın şeylerin de aslı olmayan bir takım hayâller olduğunun farkına varırsın. Yahut da, sana gelecek olan bu hâl, tasavvuf ehlinin hâli gibi olabilir. Zira tasavvuf ehli, “Biz istiğrak hâlinde [manevi hâllere dalınca], duyu organlarının tesirinden kurtulup, akıl ile anlaşılamayan hâlleri müşahede ederiz (görürüz),” demişlerdir. Belki bu hâl ölüm hâli de olabilir. Zira Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar) buyurdu. Kesin olarak bellidir ki, dünya hayatı, ahirete nispetle bir uyku gibidir. İnsan öldüğü zaman, dünyada göremediği bir takım şeyler ona zahir olur. O hâlde iken ona şöyle hitap edilir: (Bu günden gaflette idin. Şimdi senden perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir.) (Kaf suresi, 22.ci ayet-i kerimesinin meali.)

 Bu vesveseler kalbimde yer etti. Bundan kurtulmak için, bir çare aradım. Fakat mümkün olmadı. Çünkü bu vesveseleri ancak delil ile giderebilirdim. Delil de ancak apaçık anlaşılan bilgiler olabilirdi. Bu bilgiler, sağlam olmayınca, onlara güvenilmeyince, delil olarak kabul edilemezdi.

Bu hâlden kurtulmak mümkün olmadı. İki ay kadar devam etti. Safsata yoluna kapılmıştım. Fakat bundan kimseye bahsetmiyordum. Nihâyet Allahü teâlâ, beni bu hâlden kurtardı. Eski hâlime döndüm. Zaruriyyatın, yani delile muhtaç olmayan açık bilgilerin güvenilirliğine emin oldum. Bu hâle, deliller vâsıtasıyla ulaşmadım. Bu, Allahü teâlânın kalbime ihsan ettiği bir nur ile oldu. Bu nur, pek çok ilimin kaynağıdır. Hakikate ulaşmanın sâdece deliller ile olduğunu zan edenler, Allahü teâlânın geniş rahmetini daraltmış olurlar. Ayet-i kerimede mealen buyuruldu ki: (Allah, kimi hidayete erdirmek dilerse, onun göğsünü İslam’a açar, gönlüne genişlik verir...) (En’âm suresi 25). Bu ayet-i kerimede geçen açma ve genişletme manasındaki “şerh” kelimesinden muradın ne olduğu Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorulunca: (O, Allahü teâlânın kalbe akıttığı bir nurdur) buyurdu. Bunun alâmeti nedir diye sorulunca da: (Fâni olan dünyadan yüz çevirip, ebedî vatan olan
ahirete yönelmektir) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir başka hadis-i şerifinde, bu nur ile alâkalı olarak şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ kullarını karanlık içinde yarattı. Sonra da onların üzerine kendi nurundan serpti.) Yani Allahü teâlâ, insanları ve cinleri, tabiatlarını, zulmetli nefs-i emarenin hoşlanılmayacak hâlleri altında yarattı. Sonra, üzerlerine marifet ve hidayet nuru yaydı.

İşte hakikatlere kavuşmayı bu nurdan aramak lâzımdır. Bu nur, zaman zaman, Allahü teâlânın kereminden fışkırır. Buna kavuşmak için, dikkatli olmak lâzımdır. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayatınızın bazı günlerinde Rabbinizin lütufları zuhur eder, onlara kavuşmak için, dikkatli ve uyanık olun) buyurdu. Bunları anlatmaktan maksat, hakikati aramakta çok gayretli olmanın, hatta araştırılması icap etmeyen şeylere varıncaya kadar uzanan ciddî bir çalışmanın lüzumunu göstermektir. Şüphesiz ki, çok olan şeyleri araştırmak icap etmez. Çünkü onlar, hazırdır. Apaçık olan şeyler araştırılınca, onlar kaybolur, gizlenir. Bir kimse, araştırılması icap etmeyen şeyleri araştırdı diye, araştırılması icap eden şeyleri araştırmakta kusur etmekle suçlanamaz.



Hakikati Arayanların Kısımları

Allahü teâlâ, lütfu ve keremi ile beni hakikat olmadığı hâlde hakikat gibi görünen şeylere itibar etmek hastalığından kurtardı. Böylece, hakikati arayanların dört kısma ayrıldığını gördüm.

1– Kelâm âlimleri: Bunlar, rey, yani düşünerek elde edilen hüküm ve istidlâl, yani delil ile anlamaya sahip olduklarını iddia ederler.
2– Bâtıniler: Bunlar, hakikatin masum bir imamın talimi ile yani bildirmesi ile öğrenilebileceğini, hakikati ondan anladıklarını iddia edenlerdir.
3– Felsefeciler: Bunlar, mantık ve burhan, yani kesin delil sâhibi olduklarını iddia ederler.
4– Sûfîler: Bunlar, tasavvuf ehli olup, Allahü teâlânın seçilmiş kulları, keşif ve müşahede sâhibi olduklarını söylemişlerdir.
 Kendi kendime dedim ki, hakkı arayanlar, bu dört grubun dışında olamazlar. Bu mesleklerin erbabı, hakikati arama yolundadırlar. Eğer, hakikat bu dört sınıf mensuplarının dışında ise, hakikate ulaşma ümidi kalmaz. Taklidi terk ettikten sonra, tekrar taklite dönmeye ümit ve imkân yoktur. Çünkü taklidin şartlarından birisi de, taklitçinin taklitçi olduğunu bilmemesidir. (Taklitçi olduğunun farkında bulunmamasıdır.) Taklitçi olan kimse, taklitçi olduğunu bilirse, onun taklit bardağı kırılır. Geride kalan parçaları, ateşte eritilip, başka bir kalıba dökülmedikçe, tekrar bardak hâline getirilemez. Bahsi geçen dört gurubun düşüncelerini ve özelliklerini dikkatle araştırmaya başladım. İlk önce, kelâm ilmini, sonra felsefe yolunu, daha sonra bâtınilerin talimatını, en sonunda da tasavvuf ehlinin yolunu inceledim.


Kelâm İlmînin Gayesi ve Özü

Önce kelâm ilimi tahsiline başlayıp, bu ilimi esaslı bir şekilde öğrendim. Bu ilimde mütehassıs olan âlimlerin kitaplarını inceledim. Bu ilime dair yazmak istediğim kitapları yazdım. Gördüm ki, kelâm ilimi, kendi gayesini yerine getirmek bakımından kâfi geliyordu. Fakat benim maksadımı yerine getirmiyordu. Çünkü bu ilimin gayesi, Ehl-i sünnet itikadını muhafaza etmek, bidat ehlinin bunu bozmasından korumaktır. Allahü teâlâ, Resûlu Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla doğru itikadı bildirdi. Kur’an-ı kerimde ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadis-i şeriflerinde bildirildiği gibi, kulların dünya ve ahiret saadetini sağlayacaktır. Daha sonra, şeytan bidat ehline, sünnete muhalif birtakım vesveseler verdi. Onlar da bu vesveseleri yaydılar. Neredeyse Müslümanların
doğru itikadını bozacaklardı. Allahü teâlâ, kelâm âlimlerini yarattı. Onlar, Ehl-i sünnete muhalif olan bidat ehlinin bozuk inanışlarını gayet güzel bir şekilde ortaya çıkarıp, çürüten, bir âlim zümresi oldular. İşte kelâm ilimi ve kelâm âlimleri böyle meydana geldi. Kelâm âlimlerinden bir kısmı, Allahü teâlânın kendilerine ihsan ettiği hizmetin kıymetini bildiler. Ehl-i sünnet itikadını iyi müdafaa ettiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği bu itikadı korudular. Tam bir gayretle bidatlere mâni’ oldular.

Ancak, bu vazifeyi yaparken, hasımları tarafından ileri sürülen bazı mukaddemata (prensiplere) dayanarak cevap vermişlerdir. Bunu benimsemelerinin sebebi; ya taklitten dolayı yahut da icmâ-i ümmet veya Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygunluğundan dolayıdır. Hasımlarının ileri sürdükleri düşüncelerde birbirine ters düşen şeyleri meydana çıkarmak, kabul ettikleri esasların ortaya çıkardığı yanlış sonuçlarla onları susturmak gibi şeylerle meşgul oldular. Açıkça anlaşılan delile ihtiyacı olmayan sözlerden başka sözleri kabul etmeyenler için, bu usulün faydası pek azdır. Bu sebeple kelâm ilimi, beni kâfi derecede tatmin etmedi. Şikâyetçi olduğum derdime çare olmadı.

Evet, kelâm ilimi ortaya çıktıktan sonra, bu ilimle meşgul olanlar çoğalınca, bir müddet sonra, bir taraftan sünnet-i seniyyenin müdafaasını yaparken, bir taraftan da eşyanın hakikatlerini anlatmaya özendiler. Cevherden, arazdan ve bunların hükümlerinden bahis etmeye başladılar. Fakat bu konu kelâm ilmînin gayesi olmadığından, kelâm ilimi asıl gayesinden uzak kaldı. Bu sebeple insanlar arasında itikattaki ihtilâflardan doğan şaşkınlık karanlığını ortadan kaldıramadı.

Benden başkası için, böyle bir gaye gerçekleşmiş olabilir. Hatta insanlardan bir kısmında böyle bir gayenin gerçekleşmiş olduğundan şüphe etmem. Fakat bunun ispata muhtaç ve açık bilgilerden olmayan bazı noktalarda taklit ile karışık olduğu da meydandadır. Ben burada kendi hâlimden bahis ediyorum. Gayem, kelâm ilminden şifa bulanları kınamak ve onlara itiraz değildir. Şifa veren ilaçlar, hastalığın farklılığına göre değişir. Nice ilaçlar vardır ki, bir hastaya faydalı olurken, diğer bir hastaya zararlı olur.

Felsefenin Gayesi

Felsefenin gayesi nedir, kötülenen ve kötülenmeyen kısımları hangisidir. Felsefeciler hangi sözleri ile küfre düşer, hangi sözleriyle küfre düşmezler? Hangi sözlerinde bidat ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar? Kendi bâtıl sözlerini kabul ettirebilmek için, hak ehlinin sözlerinden kendi sözlerine karıştırdıkları sözler nelerdir? Bu sözlerden halk nasıl nefret etmiştir? Hakikatlerin sarrafı olanlar, felsefecilerin sözleri içine karıştırdıkları hâlis gerçeği yanlış ve karışık olandan nasıl ayırt etmişlerdir? Bu hususları açıklayacağım.

Kelâm ilmini öğrendikten sonra, felsefe bilgilerini incelemeye başladım. İyice anladım ki, bir ilimdeki fesat ve bozukluğu, ancak o ilimi derinlemesine inceleyen kimse anlayabilir. O ilime öyle vâkıf olmalı ki, o ilimin en âliminin ilmine eşit hâle gelmeli. Hatta onu da geçmelidir. O ilimin ehlinin ulaşamadığı derinlikleri ve tehlikeleri tespit edebilmelidir. Ancak o zaman o ilimin bozuk olduğuna dair iddiasının doğru olduğu ortaya çıkar. İslâm âlimlerinden, felsefeyi derinlemesine incelemek için, gayret sarf edenini görmedim. Kelâm âlimlerinin kitaplarında felsefecilerin sözlerini çürütmek için yazılmış olan sözlerde tenakuz ve ehemmiyetsiz ifadeler vardı. Bunlarla ilimlerin inceliklerine vâkıf olduklarını iddia edenler şöyle dursun, avamdan (sıradan insanlardan) bir kimsenin dahi iknası düşünülemez. Nihâyet anladım ki, bir yolun hakikatini tam anlamadan onu red etmek, karanlığa taş atmak gibidir.

Bu sebeple, hiçbir hocadan yardım talep etmeden, felsefeye ait kitapları incelemek suretiyle, ciddî bir çalışmaya sarıldım. Dini ilimlerde kitap yazmak ve ders vermekten geri kalan vakitleri, felsefeyi incelemeye ayırdım. Hâlbuki o sıralarda Bağdat’ta üç yüz talebeye ders veriyordum. Boş vakitlerimdeki çalışmalarımla Allahü teâlâ beni iki seneden az bir zaman içinde, felsefe bilgilerinin nihâyetine ulaştırdı. Bu bilgileri inceleyip, anladıktan sonra, bir seneye yakın üzerinde düşünmeye devam ettim. Tekrar tekrar inceleyip, derinliklerini ve tehlikelerini araştırdım. Sonunda, felsefedeki hakiki ve hayali olan yönlere, karışıklıklara, aldatmalara hiçbir şüphe kalmayacak şekilde vâkıf oldum.

Şimdi felsefenin ve felsefecilerin hikâyesini benden dinle:
 Onları birkaç sınıf, bilgilerini de birkaç kısım hâlinde buldum. Onların eskileri ile sonrakileri arasında, hakikate uzak ve yakın olmak bakımından büyük farklılıklar bulunmakla beraber, hepsi de küfür ve ilhâd damgasını taşırlar.
Felsefecilerin sınıflanması ve küfür üzere bulunmaları
Felsefeciler, fırkalarının çeşidi çok olmasına rağmen, üç kısma ayrılırlar.
1–Dehriyyûn,
2–Tabî’iyyûn,
3– İlâhiyyûn.

Dehriyyûn: Felsefecilerin en eski gurubudur. Kâinatı idare eden kudret ve ilim sâhibi bir yaratıcının varlığını, yani Allahü teâlâyı inkâr etmişlerdir. Âlemin bir yaratıcı tarafından değil de, öteden beri kendiliğinden mevcut olduğunu, canlının meniden, meninin de canlıdan meydana geldiğini, böylece ebedî olarak devam edeceğini iddia etmişlerdir. Bu kısım felsefeciler zındıktırlar.

Tabî’iyyûn (Tabiatçılar): Bunlar ekseriyetle tabiat âleminden, hayvanların ve bitkilerin şaşılacak hâllerinden bahis ederler. Canlıların organlarını inceleyen anatomi ilmiyle çok meşgul olurlar. Canlıların yaratılışında, Allahü teâlânın kudretini ve eşsiz hikmetini görerek, şaşkınlıklarını gizleyemezler. Her şeyin gaye ve maksadına hâkim, hikmet ve kudret sâhibi olan Allahü Teâlâ’ya inanmak mecburiyetinde kalırlar. Anatomi ilmiyle canlıların organlarının hayrete düşüren faydalarını inceleyen herkes, hayvanların yapılarını böyle yaratan Allahü teâlânın insan vücudunu daha mükemmel yarattığı hakkında kesin bilgiye sahip olur. Bu kısım felsefeciler, daha çok tabiatla alâkalı araştırma yaptıkları için, hayvani kuvvetlerin düzgün ve mükemmel olmasında, mizacın uygunluk içinde olmasının büyük tesiri bulunduğuna kanaat getirdiler. Böylece insandaki idrak ve akıl kuvvetinin, insanın mizacına [tabiatına, yapısına] bağlı olduğunu zannettiler. Mizacın (tabiatın, yapısının) bozulmasıyla onun da yok olacağını kabul ettiler. Yok olan şey, bir daha var olamaz dediler. Bu sebeple bunlar, nefs ölür, bir daha dönmez fikrine sâhip oldular ve ahiret yoktur, dediler. Cenneti, Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. İbadet için sevap, günahtan dolayı azap olacağını kabul etmediler. Gemsiz, başıboş kaldılar. Hayvanlar gibi şehvetlere daldılar. Bunlar da zındıktırlar. Çünkü imanın aslı, Allahü Teâlâ’ya ve ahirete inanmaktır. Her ne kadar Allahü teâlânın varlığına ve sıfatlarına inandılarsa da, ahireti inkâr ettiler.

İlâhiyyûn: Bunlar daha sonra gelmiş olan felsefecilerdir. Bunlardan biri de Eflatunun hocası olan Sokrattır. Eflatun ise, Aristo’nun hocasıdır. Aristo, mantık ilmini tertip ederek, felsefe bilgilerini özetleyip, kolayca istifade edilir hâle getirmiştir. İlâhiyyûn kısmında olan felsefeciler, dehriyyûn ve tabî’iyyûn sınıfından olan felsefecileri red ettiler. Onların bozuk fikirlerini, başkalarına söz bırakmayacak şekilde ortaya koymuşlardır. Allahü teâlâ onları birbiriyle çarpıştırdı. Kur’an-ı kerimde, Ahzâb suresi 25.ci ayet-i kerimesinde, mealen, (Allah, muharebe yükünü müminlerden kaldırdı...) buyurulduğu gibi, müminlerin onları red etmek için uğraşmasına lüzum kalmadı. Sonra Aristo, Eflatunun, Sokrat’ın ve daha önce yaşamış olan ilâhiyyûn felsefecilerinin görüşlerini şiddetle red etti. Onların hepsinden uzaklaşıp, ayrı bir yol tuttu. Buna rağmen, onların küfür ve bidat olan bazı fikirlerini kabul etti. Kendini bu çeşit düşüncelerden kurtaramadı. Bu sebeple hem bunları, hem İbni Sina, Farabi ve başkaları gibi, onlara uyan kimseleri tekfir etmek vacip oldu. Şunu da ilâve edelim ki, Aristo’nun ilmini hiçbir filozof, İbni Sina ve Farabi kadar bize tam nakletmeye muvaffak olamamıştır. Diğerlerinin nakilleri hep karışık ve hatalıdır. Okuyanlar anlayamaz ve zihinleri karışır. Anlaşılamayan bir şey nasıl red veya kabul edilebilir? İbni Sina’nın ve Farabi’nin nakillerine göre, Aristo’nun bizce malum olan bütün felsefesi üç kısma ayrılır. Bir kısmı küfür, bir kısmı bidattir. Bir kısmının da inkârı asla icap etmez. Şimdi bunları açıklayalım:

Felsefenin Kısımları

Felsefî bilgiler, ulaşmak istediğimiz maksada göre altı kısımdır: Riyaziye, mantık, tabî’iyye, ilahiye, siyasiye, ahlâk
1– Riyaziye
Riyaziye, matematik, geometri ve astronomi ilimlerinden ibarettir. Bunların hiçbirinin ne müspet ne de menfi yönden, dini meselelerle bir alâkası yoktur. Bunlar, akli deliller ile ispat edilen şeylerdir. Anlaşılıp öğrenildikten sonra, inkâra yer kalmaz. Fakat bu ilimlerden iki mahzurlu durum ortaya çıkmıştır.
Birinci musibet, bu ilimlerle uğraşan kimse, bunlarda gördüğü incelikleri ve delilleri hayretle karşılar. Bu sebeple felsefecilere karşı takdir hissi uyanır. Felsefecilerin bütün ilimleri açık ve kuvvetli delile dayanmak bakımından bu ilimler gibidir zanneder. Sonra, felsefecilerin Allahü teâlâyı inkâr ettiklerini, küfürlerini, maneviyata kıymet vermediklerini, sağdan soldan işitir ve sırf onları taklit etmek sebebiyle kâfir olur. Kendi kendine, din hak bir şey olsaydı, matematik ilminde bu kadar ilim sâhibi olan büyük insanlarca malum olurdu, onlara gizli kalmazdı der. Onların inkârını işitince, dini inkâr etmenin doğru olduğuna kanaat getirir. Başka hiçbir dayanağı olmadığı hâlde, sâdece böyle bir düşünce ile doğru yoldan çıkmış nice kimseler gördüm. Onları taklit ile doğru yoldan ayrılan bir kim-
seye: Bir ilimde mahir olan kimsenin diğer ilimlerde de mahir olması icap etmez. Fıkıh ve kelâm ilimlerini iyi bilen bir kimsenin, tıp ilminde de mütehassıs olması icap etmez. Diğer taraftan, aklî ilimleri bilmeyen bir kimsenin, nahv ilimlerini de bilmediği iddia edilemez. Her ilimin erbabı vardır ve o ilimde ilerlemiştir. Diğerlerini geçmiştir. Bunlar bazen başka ilimlerde cahil durumuna düşerler. Eskilerin matematiğe ait sözleri delile dayanır. Fakat ilahiyata dair sözleri tahmine dayanır. Bunu ancak onunla meşgul olup, tecrübe eden anlar diyerek açıklanılsa, bunu anlamaz ve kabul etmez. Nefsinin ağır basması, kendini akıllı göstermekten hoşlanması ve tembellik arzuları gibi hâller, o kimseyi bütün ilimlerde felsefecilere iyi gözle bakmaya ve bunda ısrar etmeye sevk eder. Bu durum ise, büyük bir felâkettir. Bu sebeple, bu ilimlerle fazla meşgul olanları men’ etmek lâzımdır. Her ne kadar bu ilimlerin din ile alâkası yoksa da, felsefecilerin ilimlerinin başlangıcı olduğu için, felsefecilerin uğursuzluğu ve kötülüğü, o kimselere de bulaşır. Bununla fazla meşgul olanlar arasında dinden çıkmayan, takva geminden sıyrılmayan, yani takvadan uzaklaşmayan pek az kimse vardır.
 İkinci musibet, İslam dininde samimi olan kimseler sebebiyle doğmuştur. Bunlar, felsefecilere ait bütün ilimleri red etmeyi dine hizmet saydılar. Böylece, onların bütün ilimlerini red edip, cahil olduklarını iddia ettiler. Hatta onların güneş ve ay tutulması ile alâkalı sözlerini kabul etmediler. Bu iddiaların dine muhalif olduğunu söylediler. Cahillere yakışan bu iddiaları, güneşin ve ayın tutulmasını kesin delillerle bilen kimse işitince, kendi delilinde şüpheye düşmez. Fakat İslam dininin kat’î delilleri tanımadığını, cahillik üzerine kurulduğunu zanneder ve felsefeye karşı sevgisi artar. İslâmiyyetten yüz çevirir. Bu ilimleri red etmekle, İslamiyet’e hizmet yaptıklarını zannedenlerin, din aleyhinde işledikleri cinayet çok büyüktür. İslâmiyette bu ilimler hakkında müspet ve menfi bir şey bildirilmemiştir. Bu ilimlerde de dini meselelere dokunacak bir şey yoktur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuştur: (Ay ve güneş, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren iki mahlûkudur. Kimsenin ölmesi ve kalmasıyla tutulmazlar. Onları görünce, Allah’ı hatırlayınız.) Bu hadis-i şerifte güneşin ve ayın hareket ettiklerini ve bu hareketleri sırasında yan yana veya karşı karşıya geldiklerini bildiren hesaba dayalı astronomi ilmini red eden hiçbir hüküm yoktur. Bu hadis-i şerifin sonu olarak gösterilen, “Ancak, Allah bir şeye tecelli ettiği zaman, o şey ona baş eğer” cümlesi mu ’teber hadis kitaplarında yoktur. İşte riyaziye ilminin hikmeti ve mahzuru budur.


2– Mantık
Bu ilimde de, ne müspet, ne de menfi yönden din ile alâkası olan bir şey yoktur. Mantık ilmi, delillerin, kıyasların, burhanın, yani kesin delilin, mukaddimelerinin şartlarını ve bu mukaddimelerin nasıl birleştirileceğini, “hadd-i sahih” denilen doğru tariflerin şartlarını ve bunların nasıl birleştirileceğini inceler. Bu ilim, (tasavvur) ve (tasdik) olmak üzere ikiye ayrılır. Tasavvur, tarif yoluyla, tasdik kesin delil yoluyla bilinir.
Bunlarda inkâr edilmesi icap eden bir şey yoktur. Bunlar, kelâm âlimlerinin ve ilim ehlinin delil ile alâkalı söyledikleri şeyler cinsindendir. Aralarındaki fark, ibârelerde, ıstılahlarda ve ifade tarzlarında görülür. Bir de mantık âlimleri daha geniş sınıflandırmalara ve tariflere fazla önem vermişler ve bunları geniş olarak anlatmışlardır. Mantıkçıların sözleri ile alâkalı bir misal verelim. Onlar derler ki: Her (a)nın (b) olduğu ispat edilirse, bazı (b)nin de (a) olması icap eder. Yani her insanın hayvan olduğu ispat edilirse, bundan bazı hayvanın da insan olduğu manası çıkar. Bunu şöyle ifade ederler: “Mucibe-i külliyenin aksi mucibe-i cüz’iyedir.” Bu sözlerin, dinin esaslarıyla ne alâkası vardır ki, red edilsin? Red edilirse, mantıkçılar, red edenin akılında, hatta dininde kusur olduğu zannına kapılırlar. Çünkü o kimse, bu reddiyle dinin böyle şeyleri inkâr üzerine kurulduğu görüntüsünü vermiştir. Evet, felsefecilerin mantık ilminde bir takım haksızlıkları görülmektedir.

Onlar burhan dedikleri kesin deliller için, bir takım şartlar koymuşlardır. O delil bu şartları taşıyınca, kesinlik ifade ettiği anlaşılır. Fakat dini meseleleri incelerken, bu şartlara tam uymamışlar, çok müsamahakâr davranmışlardır.

Mantık ilmini inceleyip, onu beğenen, onu açık ve kat’î bir ilim bilen kimse, felsefenin küfre varan meselelerinin de açık ve kesin delillere dayandığını zanneder. Dini ilimlerde iyi yetişmeden, felsefecilerin yanlış fikirlerini kabul ederek, küfre düşer. Bu durum da mantık ilminin yol açtığı bir musibettir.

3– Tabiat ilimleri
Bu ilim de, âlemdeki varlıklardan, yani göklerden ve göklerdeki yıldızlardan, yerdeki su, hava, ateş, toprak, basit cisimlerden, hayvan, bitki ve madenler gibi birleşik cisimlerden, bunların değişme, birleşme, bir hâlden bir hâle geçme sebeplerinden bahseder. Bu durum bir tabibin insan vücudunun ve uzuvlarının ve mizacının değişme sebeplerini araştırmasına benzer. Din, tıp ilmini inkâr etmediği gibi, tabiat ilimlerini de red etmez. Ancak, (Tehâfüt-ül felâsife) kitabımda açıkladığım bazı meseleler vardır ki, tabiat ilminin bu belli birkaç meselesini red etmek, dinin icabıdır. Bu meseleler dışında dine uymadığı görülen meseleler iyi incelendiğinde, anlattığım meselelere dâhil olduğu anlaşılır. Hepsinde esas olan nokta şudur: Tabiat, Allahü teâlânın emirindedir. Kendiliğinden bir şey yapamaz.
Onu yaratan yaptırır. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer eşya, Allahü teâlânın emirine tabidirler. Hiçbiri kendiliğinden bir iş yapacak hâlde değildir.

4– İlahiyat
Felsefecilerin en çok yanıldıkları meseleler, bu sahadadır. Mantık ilminde burhan, yani kesin delil için kabul ettikleri şartlara uymadılar. Bu sebeple, felsefeciler arasında bu sahada, pek çok ayrılıklar çıktı. İbni Sina ve Farabi’nin naklettiklerine göre, ilahiyat mevzularında Aristo kendi ekolünü İslam mezheplerine yakınlaştırmıştır. Fakat felsefeciler, ilahiyat bahsinde yirmi hususta hata etmişlerdir. Bunlardan üçünde küfre düşmüşler, on yedisinde de bidat ehli olmuşlardır. Bu yirmi meseledeki yanlış düşüncelerini yıkmak için, (Tehâfüt-ül felâsife) kitabını yazdım. Küfre düştükleri üç meselede bütün Müslümanlara muhalefet etmişlerdir. Bunlar:

Birincisi: İnsanlar öldükten sonra cesetleri tekrar dirilemez. Mükâfat ve ceza görecek olanlar sâdece ruhlardır. Azaplar ruhlara olup, bedenlere değildir. Ruhun azap duyacağını söylemelerinde isabet etmişlerdir. Çünkü ruhlar da bedenler gibi azap görecektir. Fakat cesetlerin tekrar dirileceğini inkârla hata etmişlerdir. Bu sözleriyle İslamiyet’e inanmamış oldular ve küfre düştüler.

İkincisi: Allahü teâlâ, külliyatı bilir, cüz’iyyâtı bilemez, dediler. Bu da apaçık küfürdür. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyurdu: (... Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey, Rabbinizden gizli kalmaz...) (Yunus suresi: 61.ci ayet-i kerimesi) Hakikat budur.

Üçüncüsü: Felsefeciler, âlem ezelî ve ebedîdir diye inanmışlardır. (Âlemin sonradan yaratıldığına ve sonunun geleceğine inanmamışlardır.) Müslümanlardan hiçbiri, bu üç meseleyi bu şekilde kabul etmemiştir. Felsefeciler, bu meselelerin dışında, meselâ Allahü teâlânın sıfatlarını inkâr etmekte ve Allah zatı ile bilir, ayrıca bir ilim sıfatı yoktur gibi ve benzeri iddialarda bulundular. Bu sebeple, yolları, mutezile mezhebine yakındır. Bu gibi sözlerden dolayı, mutezilenin tekfiri lâzım gelmez. (Faysalu’t-tefrîka beyn-el-İslam ve’z-zenâdıka) adındaki kitabımda kendi mezhebine muhalif olanları, hemen tekfir edenlerin yanlış düşündüklerini gösteren izahlar yazdım.

5– Siyasiyat
Felsefecilerin bu konudaki bütün sözleri, dünya işlerine ait, devlet adamlarına hitap eden faydalı hikmetlerden ibarettir. Bu hikmetleri, Peygamberlere indirilen kitaplardan ve geçmişte yaşayan velilerin sözlerinden almışlardır.



6– Ahlâk
Felsefecilerin ahlâk ilimi sahasındaki bütün sözleri; nefsin sıfatlarını, ahlâkını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşitlerini anlatmak, kötü olanların düzeltilmesi için, icap eden tedbirleri almak ve mücâhedede bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tasavvuf ehlinin sözlerinden almışlardır. Tasavvuf ehli, kulluk vazifesini tam yapan, Allahü teâlâyı zikre devam eden, nefsin isteklerine muhalefet etmesini bilen, dünyaya düşkün olmayan, Allahü Teâlâ’ya kavuşturan yolda ilerleyen kimselerdir. Onlar, nefsleriyle mücadelelerinde, nefsin ahlâkı, ayıp ve kusurları kendilerine malum olur. Bunları kitaplarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu bilgileri alıp, kendi sözlerine karıştırmışlardır. Gayeleri, sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak, bâtıl fikirlerini kabul ettirmektir. O devirde, hatta
bütün asırlarda, Allah adamlarından bir cemaat bulunmuştur. Allahü teâlâ dünyayı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün manevi büyükleri, evtâdı, temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet yağar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu: (Onların (evliyanın) yüzü suyu hürmetine yağmur yağar, rızk ihsan edilir. Eshab-ı kehf bunlardan bir cemaat idi.) Kur’an-ı kerimde bildirildiği üzere, tasavvuf ehli, Evliya zatlar, önceki ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ve Evliyaya ait sözleri alıp, kendi kitaplarına yazmalarından dolayı iki afet meydana geldi.
Birincisi, o sözleri kabul edenlerle,  İkincisi de red edenlerle alâkalıdır. O sözleri red edenler ile alâkalı fenalık büyüktür. Çünkü cahil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyadan alarak kendi bozuk sözleri arasına karıştırdıkları doğru sözleri de terk etmek, okumamak icap eder. Onları anlatanlara itiraz etmek lâzımdır, dediler. O sözleri ilk defa felsefecilerden işittikleri için, zayıf akıllarına bâtıl olduğu düşüncesi yerleşti. Çünkü onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri bâtıl kimselerdir. Buna bir misal verelim: Bir kimse, Hristiyan birinden “Allahtan başka ilâh yoktur. İsa “aleyhisselâm” Allah’ın resulüdür” sözünü işitir ve kabul etmez. Bu Hristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, Hristiyan bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini inkâr ettiği için mi Müslüman değildir. Bunu düşünmez. Peygamber efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü icap ettiren bu sözü kabul edilemez.
Fakat küfrü gerektirmeyen diğer sözleri doğru ise reddetmek icap etmez. Hak olan ve bâtıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini reddetmek, aklı zayıf olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akıllı olan kimse, bu hususta hazret-i Ali’nin “radıyallahüanh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O hâlde akıllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabul eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hatta akıllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünkü bilir ki, altının çıktığı yer topraktır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetçe, hâlis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez.
Kalpazanla alış-verişte ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilinmeyenlere yasaklanır, maharetli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sürmekten çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.

Ömrüme yemin ederim ki, insanların çoğu hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırt etmek hususunda kendilerini çok akıllı ve maharetli sanırlar. Bu sebeple mümkün olduğu kadar onları sapıkların kitaplarını okumaktan men’ etmek, kapıyı kapatmak vacip olmuştur. Çünkü bunlar, anlattığım bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci afetten kurtulamazlar.

İlimlerin mahiyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalp gözleri mezheplerin yüksek gayelerini anlayacak şekilde açılmamış bazı kimseler (zümreler), din ilimlerinin ince sırlarına dair yazdığım kitapların bazı kısmalarına itiraz ettiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmış olduğunu iddia ettiler. Hâlbuki onların bir kısmı, kendi fikirlerimizdir. “Arkadan gelen daha önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatıldığı gibi, bizim hatırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hatırına gelebilir.

Felsefecilerin kitaplarında da aynı sözler bulunabilir. İtiraz edilen o sözlerin bazısı, din kitaplarında, birçoğunun manası da tasavvuf kitaplarında vardır. Kabul edelim ki, bu sözler sâdece felsefecilerin kitaplarında vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin deliller ile ispat edilmişse, Kitap ve sünnete muhalif değilse, o sözlerin red edilmesi lâzım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakikati daha önce bâtıl ehlinin hatırına gelmiş diye red etmeye kalkışırsak, birçok hakikati red etmemiz gerekir. Hatta Kur’an-ı kerim ayetlerinden, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadis-i şeriflerinden, selef-i sâlihînin nakillerinden, tasavvuf ehlinin ve hükemânın sözlerinden pek çok şeyleri kabul etmeyip, terk etmemiz gerekir. Zira (İhvânüssafâ) adlı kitabın sâhibi bu saydıklarımızı kitabına yazmıştır. Bunları kendi davasına delil göstermiş. Böylece, kalpleri kendi bâtıl fikirlerine çekmeye çalışmıştır. Böyle düşünmek, bâtıl ehlinin, hakikatleri kitaplarında kendi sözlerine karıştırarak, elimizden almalarına sebep olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, cahil halktan farklı olmaktır. Balı hacamat şişesinde görse bile, baldan tiksinmez. Bilir ki, hacamat şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, cahillikten ileri gelmektedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmıştır. Cahil zanneder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuştur. Bilemez ki, kan, kendinde bulunan bir sıfattan dolayı pistir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre, sâdece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebep olmaz. Bu bâtıl bir vehimdir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden nakil ederek söylesen, o söz bâtıl da olsa hemen kabul ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakil etsen red ederler. Hakkı daima kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu durum, büyük bir dalâlettir. Buraya kadar anlattığım kısım, felsefecilerin kitaplarını okumayı red edenlerin afetidir.

İkinci afet ise, felsefecilerin kitaplarını okuyup, onların kendilerine ait bozuk sözlerini kabul etmekten doğan afettir. Felsefe ile alâkalı, (İhvânussafâ) ve benzeri gibi kitapları okuyan kimse, o kitaplarda Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadis-i şeriflerinden alınmış hikmetleri ve tasavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeple, ekseriya o kitapları beğenir ve kabul eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karıştırılmış olan bâtıl fikirleri de kabul eder. İşte bu, bâtıl fikirleri bir çeşit telkin demektir. Bu zarardan dolayı, o kitapları okumayı men’ etmek lâzımdır. Çünkü onları okumakta büyük tehlike vardır. Yüzmeyi iyi bilinmeyenleri deniz kenarında dolaşmaktan sakındırmak icap ettiği gibi, halkı da bu kitapları okumaktan sakındırmak icap eder. Çocukları yılanlara dokunmaktan men’ etmek lâzım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin bâtıl fikirlerle dolu sözlerini dinlemekten sakındırmak lâzım olur. Efsunlu kimse, cambaz, küçük çocuğunun ben de babam gibi yaparım diyerek, kendisini taklit edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocuğu yılanla oynamaktan sakındırmak icap eder. Hakiki bir âlime böyle davranmak yakışır. Sanatında mahir olan bir efsunlunun yılanı tutup, zehirle panzehiri ayırarak, zehiri yok ettikten sonra, panzehiri ihtiyacı olanlara vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbasına elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, hâlis altını çıkardığında, ihtiyacı olanlar o altınları kabul etmezlerse, arzu ettikleri faydadan mahrum kalırlar. Bu cahilliktir. Çünkü sahte para ile altının aynı torbada birlikte bulunması, altını sahte hâle sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz. Bunun gibi, hak ile bâtılın bir ilimin içinde karışık olarak zikir edilmesi, bâtılı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlikeleri ve zararları hakkında söylemek ve yazmak istediklerimiz bu kadardır.

Ta’lîmiyye Mezhebi  ve Zararları

[Ta’lîmiyye mezhebi, gulat-ı Şia’dan İsmailliye fırkasının bir koludur.]
Felsefe bilgilerini öğrenip, sakat taraflarını ortaya koyarak, tenkidini yaptıktan sonra, anladım ki, bu ilim de maksadı layıkıyla hâsıl edemez. Akıl da tek başına istenen her şeyi açıklamaya kâfi olmayıp, meselelerin üzerinden perdeyi kaldıracak güçte değildir. O sıralarda ta’lîmiyye mezhebi ortaya çıkmıştı. Bu fırkanın mensupları: “Biz her şeyin manasını, hakkı öğretmekle vazifeli masum (günahsız) bir imamdan öğrendik” diye iddia ettikleri ve böyle inandıkları halk arasında yayıldı. Bu sebeple onların kitaplarında yazılı olan şeyleri iyice incelemek için, yazdıkları kitaplarını okumayı arzu ettim. Tam bu sırada hilâfet makamından, ta’lîmiyye mezhebinin aslını ortaya çıkaracak bir kitap yazmam için kesin bir emir geldi. Bu emiri ihmâl edemezdim. Bu emir, kalbimden geçen arzuyu teşvik edici ayrı bir sebep oldu. Onların kitaplarını aramaya, sözlerini toplamaya başladım. Eski ta’lîmiyye mensuplarından işitilmiş sözlere pek uygun olmayan, zamanın ta’lîmiyyecileri tarafından ortaya atılmış bazı sözleri işitmiştim. Bu sözleri de topladım ve iyice inceledim. Sonra sağlam bir şekilde tertibe soktum. Hepsinin cevabını verdim. O derece çalıştım ki, Ehl-i sünnetten bazıları, onların delillerini inceleyip, anlatmakta çok fazla gayret göstermemi doğru bulmadı ve bana şöyle dedi: Bu çalışman onların lehinedir. Senin bu incelemelerin ve tertibin olmasaydı, onlar bu gibi karışıklık ve şüphelerden dolayı mezheplerini savunmaktan âciz kalırlardı. Bu söz, bir yönden doğrudur. Ahmet bin Hanbel “radıyallahü anh” Hâris-i Muhâsibîye “kuddise sirruh”, mutezile mezhebine cevap vermek için yazdığı bir eser sebebiyle iyi yapmadığını söylemişti. Haris-i Muhasibi “kuddise sirruh” şöyle demişti: “Bidati red etmek farzdır.”

Ahmet bin Hanbel “radıyallahü anh”: Evet öyledir. Fakat sen önce şüpheleri anlattın, sonra bunlara cevap verdin. Okuyanların zihni, şüphelere takılıp, verdiğin cevaba iltifat etmemesi veya verdiğin cevapları tam manasıyla anlayamamaları mümkündür, dedi. Ahmet bin Hanbelin “radıyallahü anh” söylediği doğrudur. Ancak bahis edilen şüphe yayılmamışsa ve meşhur olmamışsa böyledir. Fakat şüphe yayılımmışsa, ona cevap vermek mutlaka lâzımdır. Cevap vermek için de önce şüpheyi anlatmak gerekir. Evet, onların önem vermedikleri şüphelere fazla önem vermemelidir. Ben de öyle yaptım. Bu şüpheleri daha önce ta’lîmiyye mezhebine katılıp, onların yolunu benimsemiş olan, sonra da onları terk edip, bana gelip gitmeye başlayan bir kimseden dinledim. Bana dedi ki: Ta’lîmiyye mensupları, mezheplerini anlamadan kendilerine reddiye yazanlarla alay ediyorlar. Sonra onların delillerini bana nakletti. Asıl delillerinden habersiz olduğumu zan etmelerine gönlüm razı olmadı. İşitip, anlamamış demelerini de kabullenemedim. Bu sebeple onların şüphelerini açık bir şekilde ortaya koydum. Sonra kesin deliller ile bunların bâtıl olduğunu ve fesadını açıkladım. Kısacası, mezheplerinin bir aslı ve dayanağı ve sözlerinin de bir kıymeti ve tutar tarafı yoktur. Bu bidat yolu, bu kadar zayıf olmasına rağmen, cahil dostlarımızın kötü yardımlarıyla bu derece yayılmıştır. Yoksa şöhret bulmazdı. Fakat şiddetli taassup, hakkı savunanları iddialarının esasları üzerinde münakaşayı uzatmaya ve her söylediklerini red etmeye kadar götürdü. “Talime, öğrenmeye ve muallime, öğretene ihtiyaç vardır. Herkes muallim olamaz, mutlaka masum bir muallim (imam) lâzımdır” gibi iddialarını red ettiler. Öğrenmeye ve bir öğretene ihtiyaç vardır, diye öne sürdükleri delil yanında, bunu red edenlerin delili zayıf kaldı. Bazı kimseler buna aldanarak, onların mezhebini kuvvetli, karşı çıkanlarınkini zayıf zannettiler. Hâlbuki bu düşünce, hakkı savunanın zayıflığından ve savunmayı usulü ile yapmayı bilemediğinden ileri gelmiştir. Bunu anlayamadılar. Doğrusu şudur ki, bir muallime ihtiyaç vardır ve bu muallimin (imamın) masum olması gerekir. Bunu itiraf etmek lâzımdır. Fakat bizim masum muallimimiz Muhammed aleyhisselâmdır. Onlar derlerse ki, Muhammed aleyhisselâm vefat etmiştir. Biz de, sizin imamınız da gaiptir (göz önünde bulunmayan, mevcut olmayan) deriz. Onlar derlerse ki, İmamımız insanları doğru yola davet edecek rehberler yetiştirdi ve her tarafa gönderdi. Bu rehberler bir işte ihtilâfa düşerlerse veya müşkül bir mesele ile karşılaşırlarsa, kendisine müracaat etmelerini beklemektedir. Biz de şöyle deriz: Bizim imamımız da rehberler yetiştirdi ve her tarafa gönderdi. Öğretmedik bir şey bırakmadı. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde mealen: (Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım...) (Maide suresi: 3.ci ayet-i kerimesi) buyurdu. Her şey öğretildikten sonra, muallimin vefat etmesi zarar vermez. Nasıl ki (sizce) kaybolması zarar vermiyor.

Açıklanması icap eden bir mesele kaldı. Bu rehberler, işitmedikleri hususlarda nasıl hüküm verecekler? Nass ile mi (ayet-i kerime ve hadis- i şerif ile mi). Bu mümkün değildir. Çünkü onu işitmemişler ki, onunla hüküm versinler. (O husus için nass yoktur.) Yoksa içtihat ve rey ile mi hüküm verecekler? Aradaki ihtilâf da buradadır. Deriz ki, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından Yemene gönderilen hazreti Mu ‘azın “radıyallahü anh” yaptığı gibi yaparlar. Mesele hakkında nass varsa o nass ile, yoksa içtihat ile hükmederler. Nitekim ta’lîmiyye fırkasının dâîleri [propagandacıları] şarkın en uzak yerlerine gidip, imamlarından uzak kalınca, böyle yaparlar. Çünkü onların, daima nass ile hüküm vermeleri imkânsızdır. Nasslar mahduttur (sınırlıdır). Sonu gelmeyen hâdiselerin tamamını göstermez. Sonra her meseleyi sormak için, uzun mesafeleri kat ederek imamın bulunduğu yere gelip, tekrar yerine dönmesine de imkân yoktur. Bu zamana kadar o meseleyi soran kimse vefat etmiş olabilir. Bu durumda, oraya gidip gelmek bir işe yaramaz. Bir kimse kıblenin hangi tarafta olduğundan şüpheye düşse, kendi içtihadı ile hangi tarafta olduğuna hükmeder ve o tarafa doğru namaz kılar. Başka çare yoktur. Çünkü kıbleyi öğrenmek için imamın bulunduğu memlekete gitse, namaz vakti geçer. Bu durumda kendi içtihadı ile kıbleden başka bir tarafa yönelmiş olsa da, namazı câiz olur. İçtihadında hata edene bir, isabet edene ise iki sevap verilir. İçtihat ile alâkalı bütün meselelerde hüküm böyledir. Fakire zekât vermek de böyledir. İnsan çok kere zengin olduğu hâlde, malını bildirmeyen kimseyi fakir zanneder ve ona zekât verir. Veren kimse hata etmiş olsa da, bundan dolayı sorumlu tutulamaz. Çünkü insan, kendi zannına göre hareket etmekle yükümlüdür. Bu noktada ta’lîmiyyeci derse ki: O kimsenin muhalifinin zannı da kendi zannı gibi aynı kuvvettedir. Deriz ki: İnsan kendi zannına uymakla memurdur. Kıblenin hangi tarafta olduğunda şüpheye düşen kimse, kendisine başkası muhalefet etmiş olsa da kendi zannına uyar. Buna karşı, amelde mukallit olan kimseler, imam-ı Ebu Hanife’ye ve imam-ı Şafii’ye “radıyallahü anhümâ” ve diğer müçtehitlere uyuyor der ise; Cevap olarak deriz ki: Kıblenin hangi tarafta olduğu hususunda şüpheye düşen kimse, içtihatları birbirine uymayan değişik içtihat sahipleri arasında kalsa, ne yapar. Kıbleyi tayin hususunda onlar arasında hangisinin re’yi daha doğru olduğuna dair kanaat getirirse, onun içtihadına uyar. Yine kendi içtihadı ile amel etmiş demektir. Mezhepler hakkında da hüküm böyledir. Halkın içtihada başvurması [bir müçtehidin içtihadına uyması] zarurettir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve imamlar bile ilimlerine rağmen, bazen yanılırlar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Biz zahire göre hükmederiz. Kalplerdeki sırları Allahü teâlâ bilir) buyurdu. Yani ben, şâhitlerin sözünden bana hâsıl olan zann-ı galibe göre hükmederim. Bazen şâhitler hata ederler, buyurdu. İçtihada tâbi’ böyle meselelerde Peygamberler dahi yanılabilir. O hâlde yanılmamak bizden nasıl beklenebilir? Burada ta’lîmiyyecilerin iki sorusu vardır. Birisi şudur:

İçtihat, içtihada tâbi’ meselelerde doğru olabilir. Fakat itikada ait esaslarda doğru olmaz. Çünkü i’tikâdî hususlarda yanılan mazur değildir. O hâlde böyle meselelerde ne yapılır? Bu soruya cevap olarak derim ki: İ’tikâdî esaslar, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Geriye kalan tafsilattaki ihtilaflı mevzularda hakikat kıstas-ı müstakim ile doğru mizanla anlaşılır. Kıstas-ı müstakim dediğim şeyleri Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde bildirdi. Bunlar beş esastır. Bunları (Kıstas-ı müstakim) adındaki kitabımda anlattım. Ta’lîmiyyeci dese ki: Hasımların, gösterdiğin bu ölçülerde sana muhalefet ediyorlar. Derim ki: Bu ölçüler anlaşıldıktan sonra, onlara muhalefet etmek mümkün değildir. Açıklayayım: Ta’lîmiyyeciler muhalefet edemezler. Çünkü onu Kur’an-ı kerimden aldım ve ondan öğrendim. Mantık ilminin ehli de karşı çıkamaz. Çünkü benim gösterdiğim ölçü, onların mantık ilminde gösterdikleri şartlara uygundur. Kelâm âlimleri de karşı çıkamaz. Zira kelâm ilminin meselelerini ispat eden deliller ile alâkalı olarak söylediklerine uygundur. İlm-i kelâm meselelerinde hakikat bu ölçülerle ortaya çıkar.

Bu sözüme karşı ta’lîmiyyeci madem elinde böyle sağlam bir ölçü var, niçin halk arasındaki ihtilâfı ortadan kaldırmıyorsun dese. Derim ki: Beni dinlerlerse, aralarındaki anlaşmazlığı kaldırırım. Bunu kaldırmanın yolunu (Kıstas-ı müstakim) kitabında bildirdim. Bu kitabı dikkatle okuduğun zaman, bildirdiğim çare, yolunun hak olduğunu ve halk ona uyduğu takdirde, aralarındaki ihtilâfın kesin olarak kalkacağını anlarsın. Fakat halktan herkes ona kulak vermedi. Sâdece bir kısmı dinledi. Aralarındaki ihtilâfı ortadan kaldırdım. Senin İmamın, yani ta’lîmiyyenin imamı, halk kendisini dinlemediği hâlde, aralarındaki ihtilâfı kaldırmak istiyor. Peki, şimdiye kadar niçin kaldıramadı? Hazret-i Ali “radıyallahü anh” imamların reisi olduğu hâlde neden bu ihtilâfı ortadan kaldıramadı, niçin? Bir de senin imamın bütün halkı zorla kendini dinlemeye mecbur edebileceğini iddia ediyor. O hâlde bugüne kadar niçin zorla sözünü dinletemedi. Bu işi hangi zamana bıraktı? Sizin imamınızın halkı kendi tarafına çağırması, ihtilâfı ve muhalifleri çoğaltmaktan başka bir netice vermedi. Halk arasındaki ihtilâfın, kan dökmeye, şehirleri yıkmaya, çocukları yetim bırakmaya, yol kesmeye, malları yağma etmeye sebep olmasından korkuluyordu. İşte sizin ihtilâfı ortadan kaldırmanızın neticesi. Dünyada öyle hâdiselerin meydana gelmesine sebep oldunuz ki, benzeri görülmemiştir. [Yani ihtilâfı kaldıramamışlardır.]

Ta’lîmiyyeci yine dese ki: Halk arasında ihtilâfı kaldıracağını iddia ediyorsun. Birbirine uymayan mezhepler ve zıt görüşler arasında şaşırmış bir kimse, niçin senin sözünü dinleyip de, hasmının iddiasını kabul etmesin. Sana muhalefet eden pek çok hasmın vardır. Seninle onlar arasında ne fark var? İşte bu da onların ikinci sualidir. Buna cevap olarak derim ki: Bu sual her şeyden önce senin aleyhine döner. Çünkü o şaşırmış kimseyi, kendi mezhebine davet ettiğin zaman, o sana, senin, muhaliflerinden daha üstün olduğunu nereden bileyim. Çünkü âlimlerin çoğu sana muhaliftir dese, ne cevap vereceğini merak ediyorum. Benim imamın hakkında nass (ayet ve hadis) vardır mı diyeceksin?

Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” senin imamın hakkında nass işitmemiştir. Bunu ancak senin iddia ettiğini işitiyor. Bu iddianı nasıl kabul edebilir. Hâlbuki bütün ilim ehli, senin yalancı olduğun hususunda ittifak etmişlerdir. Diyelim ki, o kimse, senin nass ile alâkalı iddianı kabul etti. Nübüvvet var mı, yok mu meselesinde şüphe içinde olup, sana şöyle derse: Farz edelim ki, senin imamın bana hazret-i Îsânın “aleyhisselâm” mucizesi ile sözünü ispata kalkışsın. Doğru yolda olduğuma delil olarak babanı diriltirim dese ve diriltse, dirilen babam da bu imam haklıdır dese, onun doğru söylediğini nereden bileyim? Çünkü hazret-i İsa, bu mucizeyi gösterince, halkın hepsi onun doğru söylediğini kabul etmedi. Bu mesele ile alâkalı öyle güç sualler sorabilir ki, aklî delilden başka bir şey ile cevap verilemez. Akli delillere ise, sence itimat edilemez. Mucizenin doğruluğa işaret ettiğini de, sihir ile mucizeyi birbirinden ayırabilenler, farkını anlayanlar ve bir de Allahü teâlânın kullarını yanlış yola düşürmeyeceğine inananlar bilir. Allahü teâlâ kullarını yanlış yola sevk eder mi suali ve buna cevap vermenin güçlüğü meşhurdur. Sen bu suallere nasıl cevap vereceksin? Hâlbuki senin kendisine uyulmasını iddia ettiğin imam, uymak hususunda, muhaliflerinden daha uygun değildir. Bu itirazlar üzerine, ehl-i talim, inkâr etmekte olduğu akli delillere başvuracaktır. O zaman da hasmı daha açık delillerle cevap verir. Görülüyor ki, ikinci sualleri öyle bir tarzda aleyhlerine döndü ki, ta’lîmiyye taifesinin eskileri ve yenileri hep bir araya toplansa, buna cevap vermeye güçleri yetmez. Onların bu ikinci suallerinin ortalığa fesat yaymasına sebep, ilimleri zayıf olan bir takım kimselerdir. Çünkü onlar, ta’lîmiyye fırkası mensuplarıyla yaptıkları münazaralarda, onların suallerini tekrar onların üzerine çevirme yerine, cevap vermeye kalkıştılar. Bu durum ise, sözü uzatmak demektir. O zaman maksat arzu edildiği gibi çabuk anlatılamaz. Bu sebeple hasmı cevap vermekten âciz bırakmaya yaramaz. Bir kimse, şöyle söylese: Suali aleyhlerine çevirerek onları susturma yolu anlaşıldı. Fakat suallerine cevap da verilebilir mi? Evet, derim. Mezheplerin ve itikatların arasında şaşırıp kalmış olan kimse, ben şaşkınım deyip de, şaşırdığı meseleyi belirtmezse, ona şöyle denir: Sen bir hasta gibisin. Hastalığının ne olduğunu söylemeden, sâdece bana ilaç veriniz diyorsun. Böyle hastaya denir ki, dünyada her hastalığı tedavi eden tek ilaç yoktur. Belli ilaçlar belli hastalıklar için verilir. Baş ağrısı, ishal ve saire gibi hastalıkların ilâcı vardır. Şaşırmış kalmış olan kimse için de durum böyledir. Hangi meselede şaşırdığını bildirmelidir. O zaman yukarı da bahsettiğim beş sağlam ölçü ile inceleyerek, hakikati kendisine anlatırım. O ölçüleri kim tam manası ile anlarsa, doğru olduklarını kabul eder. Onlarla ölçtüğü her meselede kendisine kanaat hâsıl olur. Hem ölçünün, hem de ölçtüğünün doğru olduğunu anlar. Nitekim hesap ilmini öğrenen bir talebe, hesabın kendisini öğrendiği gibi, hocanın da doğru söylediğini öğrenmiş olur. Bu bilgileri (El-Kıstas) kitabında yirmi sahife kadar tutan sözlerle açıkladım. Dikkatle okunup, düşünülsün. Şimdi maksadım, ta’lîmiyye mezhebinin bozuk olduğunu anlatmak değildir. Onların mezhebinin fesadını önce (El-Mustahzirî) kitabımda, sonra bana Bağdat’ta anlatılan onların bir sözlerine cevap olarak yazdığım (Huccet-ül-hak) kitabımda yazdım. Üçüncü olarak da, Hemedan'da bana anlatılan bir sözlerine cevap olarak yazdığım on iki bölümlük (Mufassal-ül-hilâf) adındaki kitapta, dördüncü defa Tûs şehrinde bana bildirilen bir takım çürük fikirlerine cevap olarak, bölüm bölüm ayrılmış şekilde yazdığım (Kitap-üd-derc)de bildirdim. Beşinci defa ise ilimlerin ölçülerini gösteren ve bu ölçüleri iyi anlayanların masum bir imama uymaya ihtiyacı olmayacağını anlatan (El-Kıstas-ül-müstakim) kitabını yazdım.

Burada maksadım şunu anlatmaktır: Bu ta’lîmiyye mezhebinden, insanları karanlık fikir ve düşüncelerden kurtaracak bir şifa beklenemez. Bilâkis bunlar, imam tespiti hususunda delil göstermekten de âcizdirler. Uzun zaman onları denedik. Talime ve masum imama ihtiyaç bulunduğu hakkındaki iddialarını haklı gibi gördük. İddia ettikleri gibi masum imamın onların söyledikleri zât olduğunu kabul eder gibi göründük. Sonra da bu masum imamdan ne öğrendiniz diye sorduk. Bir takım müşkül meseleleri onlara anlattım. Bunları çözmek şöyle dursun, anlayamadılar bile. Kendi acizliklerini görünce, işi gaip imama havale ettiler. Gidip ondan sormak lâzımdır dediler. Ne gariptir ki, bunlar masum imamı aramak ve onu bularak kurtuluşa ermek düşüncesiyle ömürlerini boşa harcadılar ve ondan hiçbir şey öğrenemediler. Bunlar pisliğe bulaşmış bir insan gibi, yıkanmak için su arayarak yorulur. Suyu bulunca da kullanmaz. Yine pisliğe bulaşmış hâlde kalır. Bunlardan bazıları, masum imamdan öğrendiği bazı bilgileri olduğunu iddia eder. Öğrendim dediği şeylerin hülasası Pisagor’un bozuk felsefesinden ibarettir. Pisagor ise, en eski felsefecilerden biridir. Ekolü felsefe ekollerinin en kötüsüdür. Aristo onu çok zayıf bularak rezil ve red etmiştir. (İhvan-üs-safa) kitabında anlatılanlar bu felsefedir. Felsefenin de en manasız kısmıdır. Hayret edilir ki, bazı kimseler ömürleri boyunca ilim tahsili için yorulurlar. Böyle çürük ve bozuk bilgilerle kanaat ederler. Sonra da ilimin en yüksek derecesine yükseldiklerini zannederler. Bunları da tecrübe ettik. İçlerini de dışlarını da inceledik. Maksatları, cahil halkı ve zayıf akıllıları masum bir imama ve her şeyi onun öğretmesine ihtiyaç olduğuna inandırmaktır. Böyle birine (muallime) ihtiyaç yoktur diyenlere karşı, kuvvetli sözlerle mücadele etmektir. Birisi çıkıp, muallime, yani masum imama ihtiyaç vardır diyerek, onlardan birine uyar gibi görünse ve masum imamdan öğrendiklerini anlat, onun öğrettiklerinden bizi de faydalandır dese, şaşırıp kalır. Madem sözümü kabul ettin, masum imamı kendin ara, benim maksadım yalnız bunu kabul ettirmektir, cevabını verir. Çünkü iyi bilir ki, başka cevaplar vermeye kalkışsa rezil olacaktır. En ufak karışık bir meseleyi dahi çözmekten âciz kalacaktır. Hatta çözmek bir tarafa, o meseleyi anlamaktan da âciz kalacaktır. İşte ta’lîmiyye mezhebi mensuplarının hakiki hâlleri budur. Tecrübe et, onlardan nefret edersin. Biz tecrübe ettik ve onlardan el çektik.

Tasavvuf Ehlinin Yolu

Yukarıda bahsi geçen ilimleri inceledikten sonra, bütün dikkat ve gayretimle tasavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tasavvuf yolu, ilim ve amel ile tamamlanıyor. Tasavvuf ehlinin ilminin özü nefse ait olan mânileri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fena vasıflardan temizlemektir.

Kalpten Allahü Teâlâ’dan başka her şeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemektir. Tasavvufun bu ilim yönü, bana amel yönünden daha kolay geldi. Bu sebeple önce tasavvuf ehlinden Ebu Talip Mekkînin (Küt-ül-kulûb) adlı kitabını, Haris-i Muhasibinin kitaplarını, Cüneyd-i Bağdadinin, imam-ı Şiblînin, Bayezid-i Bistâmînin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sofilerden nakledilen sözlerin bulunduğu kitapları okuyup, incelemek suretiyle, bu ilimi tahsile başladım. Bu zatların ilimle anlattıkları maksatlarının özüne vâkıf oldum. Tasavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsil ettim. Anladım ki, tasavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gaye, öğrenmekle değil, tatmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değiştirmekle ele

geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeplerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, sarhoşluk mideden dimağa yükselen buharın, dimağı sarmasından ortaya çıkan bir hâldir şeklindeki tarifini bilmekle, sarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fakat sarhoş olan sarhoşluğu tarif edemez. Sarhoşluğun ne olduğunu bilemez. Akılı başında olan bir kimse ise, sarhoşluğu tarif eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki kendisinde sarhoşluk hâli yoktur, sarhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin tarifini, şartlarını ve ilaçlarını bilir. Hâlbuki o ânda sıhhatini kaybetmiştir. İşte bunun gibi, zühdün, dünyadan yüz çevirmenin hakikatini, şartlarını, sebeplerini bilmekle, zahit olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tasavvuf ehli güzel hâllere sahip ve kuru sözlerden uzaktırlar. Tasavvufta ilim yoluyla öğrenilmesi mümkün olan şeyleri tahsil ettim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamıştı. Dini ve aklî ilimleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilim dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü Teâlâ’ya, Peygamberliğe ve ahiret gününe, şüphe götürmez, sağlam bir iman kazandırmıştı. İmanın esasları belli bir delil ile değil, bilâkis sayısız sebeplerle, karinelerle ve tecrübelerle kalbime iyice yerleşmişti.

Şunu iyice anladım ki, ahirette saadete kavuşmak için, takva üzere yaşamak, haramlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çaredir. Bu işin başı da, bir gurur ve aldanış yeri olan dünyadan uzaklaşıp, ahirete bağlanmak, bütün varlığı ile tamamen Allahü Teâlâ’ya yönelmek, kalbin dünyadan alâkasını kesmektir. Bu ise, ancak, maldan, makamdan, yüksek gayelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkün olur. Sonra, kendi vaziyetimi tetkik ettim. Gördüm ki, dünya meşgalelerine dalmışım. Bu meşgaleler beni tamamen sarmış hâldedir. Yaptığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetiştirmekti. Bu işte de ahirete pek faydası olmayan, mühim olmayan bir takım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Ders vermekteki niyetimi araştırdım.

Onun da Allah rızası için olmadığını, şan ve şöhret kazanmak, makam ve mevki’ sâhibi olmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet devamlı bunu düşündüm. Henüz irademe hâkim durumda idim. Birgin Bağdat’tan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulmağa kesin karar verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Kararsız bir hâlde idim. Bir sabah ahiret arzusu kuvvet bulsa, akşam dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzuyu mutlaka dağıtıyordu. Dünya arzuları bir zincir gibi, beni makam ve mevki ’ye doğru sürüklüyordu. İman münadisi de şöyle sesleniyordu: (Göç zamanı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun ahiret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilim ve yaptığın amel hep riyadır, gösteriştir. Şimdi ahirete hazırlanmazsan, ne zaman hazırlanacaksın? Dünya alâkalarını şimdi kesmezsen, ne zaman keseceksin?) O zaman içimdeki önceki arzu yeniden uyanırdı. Bağdat’tan ayrılıp gitmek kararım kuvvetlenirdi. Bu sefer şeytan şöyle vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıktır. Sakın itibar etme. Çünkü çabuk geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevki’yi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayatı terk edersen, bir gün nefsin tekrar dönmek ister. Fakat bir daha ele geçmez.

Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Recep ayından itibaren, altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret arzuları arasında kararsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyârî olmaktan çıkıp, zaruri bir hâle döndü. Çünkü Allahü teâlâ dilime bir kilit vurdu. Ders veremeyecek surette bağlandı. Talebelerimi memnun etmek için, bürgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fakat dilim bir kelime dahi söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle midemde hazm kuvveti kalmadı. Yemekten, içmekten kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim zayıfladı. Doktorlar bana ilâcın fayda vereceğinden ümidi kestiler. Bu durum, kalbe ait bir hâldir. Ondan da mizaca, yani tabiatına sirayet etmiştir. Kalpte meydana gelen bu büyük üzüntü gitmedikçe, ilaçla iyileştirmeye imkân yoktur, dediler. Âciz kaldığımı, irademin tamamen elden çıktığını görünce, çaresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü Teâlâ’ya sığındım. Çaresiz kalanların duasını geri çevirmeyen Allahü teâlâ duamı kabul buyurdu. Bana makam, mevki’, mal, aile, evlat ve dost gibi şeylere gönül bağlamaktan kurtulmayı ihsan etti. Şam'da ikamet etmeye karar verdim. Halifenin ve beni sevenlerin bu arzumu öğrenmelerini istemiyordum. Mekke’ye gidecek gibi göründüm. Bir daha dönmemek üzere Bağdat’tan ayrılacağımı latif, uygun hilelerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimleri gitmemem için, tenkitte bulundular. Onların arasında, her şeyden yüz çevirmemin dini bir sebepten olduğunu kabul edecek bir kimse yoktu. Onlar benim bulunduğum Mevkii’nin, dinin en yüksek mevkii olduğunu zannediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahminler arasında şaşırdı kaldı. Irak’tan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idare eden devlet adamlarının arzularından ileri geldiğini zannediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahtan gelmiş bir iştir. Âlimlere ve ehl-i İslam’a nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı. Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını tamamen dağıttım. Irak malı Müslümanlara vakıf olduğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyada, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan daha iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdat’tan ayrılıp, Şam’a gittim. Şam’da iki seneye yakın ikamet ettim. Bu zaman içinde, tasavvuf kitaplarından öğrendiğim gibi, nefsimi fena hâllerden temizlemek, ahlâkımı güzelleştirmek, Allahü teâlâyı zikir etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgul oldum. İnsanlardan uzak durup, zamanımı riyazetle ve ibadetle geçirdim. Şamdaki Emevî Camii’nde bir müddet itikâfa girdim. Camii’nin minaresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüs’e gittim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha (Peygamberlerin ve Evliyanın ibadet mahalli olmakla meşhur yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim. Kudüs’ü ve hazret-i İbrahim Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyaretten sonra, hac farizasını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medine-i münevverenin bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerifini ziyaretle şereflenmek arzusu kalbime düştü. Hicaz’a gidip, bu arzuma kavuştum. Daha sonra, çocuklarımın daveti ve içimdeki arzu, beni vatanıma çekti. Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde, döndüm. Yine insanlardan uzak yaşamayı tercih ettim. Yalnız kalmaya, Allahü teâlâyı zikir etmeğe ve ondan başka her şeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zamanın hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzurumu bozuyor, yalnızlıktan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak ara sıra duyuyordum. Bununla beraber, o hâle kavuşmaktan ümidimi kesmedim. On sene kadar böyle devam ettim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey malum oldu ki, onları tamamen anlatmak mümkün değildir. Faydalanmak için birazından bahsedeyim. Kesin bir şekilde anladım ki, tasavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dinin esasına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Daha iyisini ortaya koyamazlar. Onların zahiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nur yoktur. Hâsılı bir tarikat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalpten mâsivâyı, yani Allahü Teâlâ’dan başka her şeyi çıkarmaktır. Bunun anahtarı, kalbin daima Allahü teâlâyı anmakla meşgul olmasıdır. Bu hâl, namazdaki iftitâh tekbiri mesabesindedir. Neticesi, tamamen Allahü teâlânın varlığında yok olmaktır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir?

 Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçta istek ve irade ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fena makamı, tarikatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asıl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarikatın başlangıcından itibaren keşifler, müşahedeler başlar. Hatta öyle olur ki, salikler (tarikat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ruhaniyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok faydalar elde ederler. Daha sonra onların ruhaniyetlerini ve sîretlerini görmekten öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkün değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatalar olur. Hülasa iş, Allahü Teâlâ’ya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleştiğini, bir zümre Allaha vasıl olduğunu tahayyül eder. Bunun tamamı hatadır. Niçin hata olduğunu (El-Maksad-ül-aksa) kitabımızda açıkladık. Kendisinde bu hâl meydana gelen kimse:

Akılıma getirmediğim şey oldu, Aslını sorma, iyi zanda bulun. Manasında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir. Netice olarak, tasavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakikatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler. Evliyadan hâsıl olan kerametler, Peygamberlerden ilk zamanlarda hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahü Teâlâ’ya ibadet ettiği sıradaki hâli böyle idi. Hatta Araplar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler. Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tasavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecrübe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti ile anlarlar. İşte tasavvuf ehli ile birlikte bulunanlar, onlardan bu yakîni istifade ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar, dalâlette kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrum kalanlar, (İhya-ü ulûmid-dîn) kitabımızın “Acâib-ül-kalp” kısmında bahsettiğimiz gibi, aklî delillerle bunun mümkün olduğunu yakinen anlarlar. Bu hâlleri, aklî delillerle incelemek ilimdir. O hâller ile hâllenmek ise zevktir, tatmaktır. Hüsn-i zan ve tecrübe ile kabul etmek imandır. İşte bu, ilim, hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde Mücadele suresi 11.ci ayet-i kerimesinde mealen, (Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelere yükseltir...) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım cahil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyanlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahü teâlâ, Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” mealen şöyle buyurdu: (O münafıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hatta Senin yanından çıktıkları zaman, (Eshab-ı kiramdan) kendilerine ilim verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini mühürlemiştir de, hep hevâlarına uymuşlardır.” (Muhammed suresi: 16.ci ayet-i kerimesi.)

Tasavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sâyesinde muttali’ olduğum hususlardan biri de, nübüvvetin hakikati ve hususiyeti bana aşikâr oldu. Nübüvvetin esasına dair burada malumat vermek lâzımdır. Buna çok ihtiyaç vardır.


Nübüvvetin (Peygamberliğin) Hakikati ve Bütün İnsanların Ona Muhtaç Olması

Şu bilinmelidir ki, insan dünyaya ilk geldiğinde, bilgisiz, Allahü teâlânın yarattığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmıştır. Âlemler çoktur. Sayılarını Allahü Teâlâ’dan başka kimse bilemez. Nitekim Kur’an-ı kerimde [Müddesir suresi 31.ci ayetinde] mealen: “Allah’ın ordularının sayısını Ondan başka kimse bilemez) buyurdu. İnsan, idraki sâyesinde âlemden haberdar olur. İdraklerden her biri de, insan onunla bir âlemi anlasın diye yaratılmıştır. Âlemlerden maksadımız, varlıkların çeşitleridir. İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini idrak eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri katiyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demektir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şekilleri anlar. Görme duyusuna ait âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Daha sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, nameleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrak vâsıtaları olan duyu organları tamamlanır. Yedi yaşına yaklaştığı zaman, temyiz gücü, yani nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, daha sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akıl yaratılır. İnsan akıl ile lüzumlu, mümkün ve imkânsız olanları ayırır. Akıl, temyiz ve his kuvvetlerinin, duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar. Allahü teâlâ bazı seçtiği kullarında, akıldan sonra, başka bir kuvvet daha yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet yani Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akıl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilememenin ifadesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyaya gelen kimse, renkleri, şekilleri hiç işitmese bunları bilemez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rüyayı yarattı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkça veya âlem-i misaldeki şekli ile bazı rüyada görmektedir. Rüyayı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba ait şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını ispata kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, bir şey idrak edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, faal olmadıkları zaman hiçbir şeyi anlayamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akıl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlayamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akıl anlayamıyor.

Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şüphesi olanlar, bunun mümkün olmasında veya mümkün ise de, vaki’ olmasında şüphe ediyorlar. Bunun mevcut ve vaki’ olması, mümkün olduğunu göstermektedir. Bunun mevcut olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermektedir. Akıl ile hesap ile tecrübe ile anlaşılamayan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilham etmesi ile yani Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmıştır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rüya, insanlarda bulunduğu için, biz de, misal olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tasavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur.

Peygamberde bulunup, sende bulunmayan bir özelliği asla anlayamazsın. Anlayamayınca, onu nasıl tasdik edebilirsin? Çünkü tasdik, anladıktan sonra mümkündür. O özellik sende tasavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin miktarı nispetinde bir çeşit zevke kavuşursun. Bu zevke kıyas ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdik edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete iman etmen için sana kâfidir.

Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şüphesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veya yaşayışını bildiren haberleri, insâşa incelemelidir. Tıp veya fıkıh ilmini iyi bilen kimse, tıp veya fıkıh âliminin hayatını bildiren haberleri incelemekle onun hakkında malumat sâhibi olur. Meselâ, imam-ı Şafii’nin fıkıh âlimi veya Calinosun tabip olup olmadığını anlamak için, bu ilimleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilimler üzerindeki kitaplarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde malumat edinen ve sonra Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerîfleri inceleyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele Onun sözlerinin kalbi temizlemekte olan tesirlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak

kendi kalp gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna imanı, yakîn hâlini alır. Onun, (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ bilemediklerini bildirir.) ve (Zalime yardım eden, ondan zarar görür.) ve (Sabahları, yalnız Allahü teâlânın rızasını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ, dünya ve ahiret arzularına kavuşturur) hadis-i şeriflerinin doğru olduğunu bin, iki bin, hatta binlerce defa tecrübe edersen, sende kesin bir ilim hâsıl olur. Böylece ilimin ve imanın kuvvetlenir. Nübüvvet hakkında yakîn elde etmek ve imanın zevki, yani görmüş gibi olması, tasavvuf yolunda çalışmakla olur.

 Bu yolda ilerlemeye gayret et. Yoksa değneğin ejderha olması, ayın ikiye bölünmesi mucizelerine bakmak kâfi gelmez. Sâdece bu mucizelere bakıp da, sayılamayacak kadar çok olan alâmetleri göz önünde tutmazsan, bu mucizeleri sihir ve hayâl sayarsın. Bazı kimseleri dalâlete, bazı kimseleri de hidayete kavuşturan Allahü teâlâ tarafından bir nev’i iptila, dalâlete düşürme zannedersin. Çünkü Allahü teâlâ [Kur’an-ı kerimde, Fâtır suresi, 8.ci ayetinde] mealen, (Allah, dilediği kimseyi dalâlete, dilediğini de hidayete erdirir) buyurdu. Mucizelerle alâkalı olarak sana bazı sualler sorulabilir. O zaman, mucizenin nübüvvete işaret ettiği hususundaki inancının dayanağı sâdece çok düzgün ve tesirli sözlerden ibaret kalırsa, bunun tersini iddia eden birisinin, daha tesirli sözleri ile şüpheye düşebilirsin. Böylece, imanın sarsılır. Mucizeler, senin nazarında Peygamberliği bildiren birçok

delillerden biri olsun. Böylece, sende, Peygamberlik hakkında sâdece bir delile değil, pek çok delile dayanan ve reddi mümkün olmayan kesin ilim, iman hâsıl olur. Meselâ, bir kimseye yalan söylemeleri mümkün olmayan bir cemaat, bir şey söylediğinde, o kimsede kesin bir ilim hâsıl olur. Fakat o kimse, sâdece belli bir şahısın bildirmesiyle kesin ilimi, bilgiyi elde edemez. Gerçi ona hâsıl olan bu yakîn, yani kesin inanma, bunu haber veren cemaatin dışında olamayacağı gibi, ayrı ayrı fertleri de belli değildir. İşte, kuvvetli ve ilime dayanan iman budur. Zevkle, tadarak elde edilen iman ise, gözle görmek, elle tutmak gibidir. Bu ise, sâdece tasavvuf yolunda ele geçer. Nübüvvetin hakikatine dair verdiğimiz bu malumat, maksadımızı anlatmaya kâfidir. Bu meseleleri açıklamaya neden ihtiyaç olduğunu ileride beyan edeceğim.

Ders Vermeyi Bıraktıktan Sonra, Tekrar Vermeye Başlamamın Sebebi

On seneye yakın uzlet ve halvet hâlinde, yani insanlardan uzak, yalnız yaşadım. Bu zaman içinde sayamayacağım birçok sebeplerden dolayı, bazen zevkle, tadarak, bazen aklî delil ile bazen da imanımla anladım ki, insan, beden ve kalpten yaratılmıştır. Kalpten maksadım, ölülerde ve hayvanlarda da bulunan yürek değil. Allahü teâlâyı tanımaya mahsus ruhun hakikatidir. Bedenin bir sıhhat hâli vardır ki, saadeti ona bağlıdır. Bir de hastalık hâli vardır ki, helâk olmasına sebeptir. Kalbin de sıhhat ve hastalık hâli vardır. İnsanlar için, [Şu’âra suresi, 89.cu ayetinde mealen], (Ancak selim ve pak bir kalp ile Allah’ın huzuruna varanlar kurtulur) buyurulmuştur. Kalbin hastalığı da vardır ki, insanın dünyada ve ahirette ebedî helâkine sebep olur. Allahü Teâlâ Kur’an-ı kerimde [Bakara suresi, 10.cu ayetinde] mealen, (Kalplerinde hastalık vardır) buyurdu. Allahü teâlâyı tanımamak öldürücü zehirdir. Nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, kalbi öldüren
bir hastalıktır. Allahü Teâlâ’ya itaat ise, kalbi diriltir. Nefsin arzularına muhalefet ederek tâ’atde bulunmak, kalbin hastalığına şifa veren ilaçtır. Beden hastalığını gidermek, ilaçlarla tedaviye bağlı olduğu gibi, kalp hastalığının tedavisi de bir takım ilaçlarla mümkündür. Bedenin tedavisi için kullanılan ilaçların tesirleri, akıl ile kavranamayan özelliklerdendir. Nübüvvete mahsus özelliklerle varlıkların özelliklerini anlayan ve Peygamberlerden gelen bilgilere sahip olan tabipleri taklit etmek lâzım olur. Bunun gibi, bana zaruri bir ilim olarak malûm oldu ki, Peygamberler tarafından miktarları belli edilen ibadet ilaçlarının da tesirleri, akıl ile idrak olunamaz. Bunları akıl ile anlamaya uğraşmamalıdır. Nübüvvet nuru ile idrak eden Peygamberleri taklit etmek, emirlerine uymak lâzımdır. İlaçlar, çeşitleri ve miktarları başka başka olan, çeşitli maddelerden yapılır. Bir kısım maddeler, diğerlerinin iki katı olur. Bu sebepsiz değildir. Özelliklerine göre, böyle olması icap eder. Kalp hastalıklarının ilâcı olan ibadetler de, böyle miktarı ve çeşidi değişik olan hareketlerden ibarettir. Secde, rükûunun iki katıdır. Sabah namazı, ikindi namazının yarısı kadardır. Böyle olmasında ilâhî
bir sır vardır. Bu sır, ancak nübüvvet nuruyla anlaşılabilen bir özellik cinsindendir. İbadetlerin bu durumları için, akıl yoluyla hikmet ve sebep arayanlar veya bu özelliklerin ilâhî bir sırra dayanmadığını, tesadüfen bir şey olduğunu zan edenler, ahmaklıklarını ve cahilliklerini ortaya koymuşlardır. İlaçlarda onları meydana getiren bir takım temel maddeler vardır. Bunlar, temel unsurlar sayılır. Bir de ilaçları hazırlarken, bazı hususlar göz önünde tutulur. Bunlar da ilaçların temel maddelerinin tesirini göstermesi için, yardımcı maddelerdir. Bunların da her birinin ayrı bir yeri vardır. Bunun gibi, sünnetler ve nafileler asıl rükünleri (farzları) tamamlayıcıdır.

Hülasa, Peygamberler, kalp hastalıklarının tabipleridir. Aklın faydası ve işi, bize Peygamberleri tasdik ve şehadet ettirmektir. Nübüvvet nuruyla idrak edilen sırları anlamaktan âciz olduğumuzu itiraf ettirmektir. Bizi elimizden tutup, körleri rehberlerine, şaşırıp kalmış olan hastaları şefkatli tabibe teslim eder gibi, nübüvvete teslim etmesidir. İşte akılın yapacağı iş, bu kadardır. Bundan ötesine geçemez, karışamaz. Ancak tabibin kendisine söylediğini bize haber verir. Bu meseleler; halk arasından uzaklaşıp, yalnız yaşadığım müddet içinde âdeta gözle görür gibi kesin ve zaruri bir tarzda anladığım meselelerdir.

Diğer taraftan, nübüvvetin var olup olmadığı ve mahiyeti hususunda,
Peygamberlerin bildirdiği hükümlerle amel etmekte, insanların itikadının zayıfladığını gördüm. Bu durumun, halk arasında yaygın hâlde olduğuna şâhit oldum. Halktaki gevşekliğin ve iman zayıflığının sebeplerini araştırdım ve buldum. Bunlar dört sebeptir:

Birincisi: Felsefe bilgileri ile meşgul olanlardan kaynaklanan sebeptir.
İkincisi: Tasavvuf yoluna mensup olanlara dayanan sebeptir.
Üçüncüsü: Talim iddiasına (İsmâ’îliyyeye) mensup olanlara dayanan sebeptir.
Dördüncüsü: Halk arasında âlim diye tanınmış kimselere dayanan sebeptir.

Bir müddet de halkın durumunu araştırdım. Dinin emirlerini yerine getirmekte kusur edenlere, bunun sebeplerini sordum. Niçin şüphe ettiklerini, itikatlarını ve kalplerindeki düşüncelerini araştırdım. Böyle kimselere: Niçin dinin emirlerini yapmıyorsun? Eğer ahirete inanıyorsan ve hazırlanmıyorsan, onu dünya karşılığında satıyorsan, bu hâl ahmaklıktır. Çünkü sen, ikiyi bire karşılık değişmezsin. Nasıl oluyor da, ebedî ahiret hayatını, bu geçici dünyaya karşılık değişiyorsun. Eğer ahirete inanmıyorsan, imanın yok demektir. İmana kavuşmak için derhâl tedbir al, nefsine hâkim ol. İçinde saklı olan küfrün sebebini araştır. Gerçi sen kalbinde saklı olan küfrü açıkça söylemiyorsun. Sâdece, kendini
iman sâhibi ve dine bağlı gibi göstermekle, küfrünü açığa vurmamak faydasızdır, diyordum.

Bazısı buna şöyle cevap veriyordu: Dinin emirlerini yerine getirmek hususunda âlimlerin bizden daha çok dikkat etmeleri lâzımdır. Faziletli diye şöhret bulanlardan falan kimse, namaz kılmıyor. Falan kimse, şarap içiyor. Falan, vakıf ve yetim malı yiyor. Falanca da haramlardan sakınmıyor. Bir diğeri de rüşvet alıyor ve saire. Diğer bir şahıs da şöyle dedi: Bazı kimseler, tasavvuf ilmine ve hâllerine vâkıf olduğunu söyleyerek, tasavvuftan dem vuruyor. İbadet etmeye hacet bırakmayan bir makama yükseldiğini söylüyor! Üçüncü bir kimse ise, her şeyi mubah ve helâl gören bir mezhebin, yani ibâhâ ehlinin yoluna sapmıştır. Onların şüphelerinden bir şüpheye saplanmış, dinin emirlerini yerine getirmiyor. Bunlar, tasavvuf yolundan uzak sapık kimselerdir. Dördüncü bir kimse de, ta’lîmiyye ehliyle karşılaşmış, diyor ki: Hakkı bulmak güçtür. Ona varan yol kapalıdır. Bu konuda çok ihtilâf vardır. Mezheplerden biri diğerinden daha doğru gözükmüyor. Aklî deliller ise, birbirini çürütüyor. Bu delilleri ortaya atanların görüşlerine güvenilemez. Ta’lîmiyye mezhebine davet edenler de, delillerinde zorlayıcı olup, ellerinde delil olmadan hüküm veriyorlar. Bu durumda niçin şüpheli olan şeyleri yapmakla meşgul olayım? Beşinci kimse de diyordu ki: Ben dinin emirlerini başkasını taklit ederek niçin yapayım? Ben aydın insanım. Felsefe ilmini okudum ve Peygamberliğin hakikatini idrak ettim. Onun hakikati, hikmetlere ve maslahata, faydalara dayanıyor. İbadetlerden maksat, halkın cahil kısmını zabtetmek, onları, birbirini öldürmekten, çekişmekten ve nefsani arzulardan alıkoymaktır. Ben cahil halktan biri değilim ki, dinin emirleri altına gireyim. Ben hikmet sâhibiyim ve hikmete uyarım. Hakikati hikmetle görürüm. Bu hususta taklite, Peygambere tâbi’ olmağa ihtiyacım yoktur. İşte, ilâhiyyûn felsefecilerinin kitaplarını okuyanlar veya İbni Sina ve Farabi’nin kitaplarından bunları öğrenen kimselerin inançları böyledir. Böyle kimseler, İslamiyet’i kendilerine süs vâsıtası yaparlar. Onları çoğu kere Kur’an-ı kerim okurken, cemaate gidip, namaz kılarken ve sözde dini çok methettiklerini görürsün. Fakat şarap içerler ve dinin haram dediği şeyleri yapmaktan sakınmazlar. Bunlardan birine, Peygamberliğe inanmıyorsan, niçin namaz kılıyorsun diye söylenilse, bedenimin idmanı için der ve bu halkın bir âdetidir. Halkın yaptığı gibi yapıyor gözükmek, malımı, çoluk çocuğumu korumaya vesile oluyor diye cevap verir. Bunlardan bir kısmına da, din gerçek, nübüvvet haktır, denip, o hâlde niçin içki içiyorsun diye sorulunca, şu cevabı verir. İçki, insanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olduğu için yasaklanmıştır. Ben ilmim ve hikmetimle, aydın olmam sâyesinde bu tehlikelerden korunurum. İçki içmekten maksadım, zekâmı keskinleştirmektir, cevabını verir.

İbni Sina, yazdığı ahdnâmede, Allahü Teâlâ’ya ahdlerde bulunmuş, dinin emirlerini yerine getireceğini, ibadetlerde kusur etmeyeceğini, şarabı zevk için değil, tedavi için içeceğini söylemiştir. İşte felsefecilerden iman sâhibi olduğunu iddia edenin imanı bu kadardır. Bir kısım insanlar, bu felsefecilere aldanmıştır. Felsefecilere itiraz edenlerin itirazlarının zayıflığı, yani bu itirazı yaparken farkında olmadan hendese, mantık ve benzeri gibi kendilerine lâzım olan ilimleri de red etmeleri, itirazlarını zayıflatmıştır. Bu durum ise, halkın felsefecilere aldanmasını arttırmıştır. Bu hususa daha önce işaret etmiştik. Bu gibi sebeplerle halkın imanının bu derece zayıfladığını görünce, bu şüpheleri ortadan kaldırmak için, kendimi hazırlanmış bir hâlde buldum. Bu adamları rezil etmek, benim için bir yudum su içmekten daha kolay oldu. Çünkü felsefecilerin, ta’lîmiyyenin, âlim geçinenlerin ve tasavvuf ehlinin ilimlerini tam manasıyla öğrenmiştim. Kalbime doğdu ki, böyle bir zamanda bunu yapmak, benim için kaçınılmaz, ihmâle gelmez zaruri bir iştir. Kendi kendime; yalnız yaşamak, halk arasına karışmamak ne işe yarar? Hâlbuki hastalık, salgın hâlini almış, bunu tedavi edecek tabipler de hastalanmış, halk sapıklıktan helâk olmak üzeredir diyordum.

Yine bu belâyı gidermek, bu karanlığı ortadan kaldırmak için, başka ne zaman imkân bulabilirsin? Zaman, fetret zamanı, devir, bâtıl devridir. Halkı saptığı bâtıl yoldan doğru yola çağırsan, bu devirdeki insanların hepsi sana düşman kesilir. Onlara nasıl karşı koyabilirsin ve onlarla nasıl baş edebilirsin? Bu ancak dinine bağlı ve güçlü bir hükümdarın yardımı ile olabilir diyordum. Bir ara hakkı delil ile açıklamaktan âciz olduğumu ruhsat kabul ederek, uzlete, insanlardan uzak kalmaya devam etmeğe karar verdim.

Allahü teâlâ takdiriyle, zamanın sultanının kalbinde bir arzu uyandırdı. Onun bu arzusunda dışardan başka bir tesir yoktu. Halkın içine düştüğü bu fetret devrini kaldırmam için, Nişabur’a gitmememi kesin bir emirle bildirdi. Emir o derece kesin idi ki, muhalefette ısrar etseydim, sultanın kalbini kırmış olurdum. Bu hizmeti yapmaktan kendimi mazur görmemin zayıf bir sebebe dayandığının farkına vardım. Tembellik, istirahat, nefsi aziz tutmak, halktan gelecek olan sıkıntılardan korunmak gibi sebeplerle, halktan uzak yaşamak lâyık değildi. İnsanların cefasının güçlüğü, nefse ruhsat vesilesi olamazdı. Allahü teâlâ, [Kur’an-ı kerimde, Ankebût suresinin, bir, iki ve üçüncü ayet-i kerimelerinde] mealen, (Elif, lâm, mim. İnsanlar, imtihândan geçirilmeden, sâdece, iman ettik, demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır) buyurdu.

Allahü teâlâ yine Resulüne “sallallahü aleyhi ve sellem” [Kur’an-ı kerimde, En’âm suresi otuz dördüncü ayetinde] mealen, (Muhakkak ki, senden önceki Peygamberleri de yalanladılar. Onlar yalanlamalara karşı sabrettiler ve yardımımız, kendilerine yetişinceye kadar sıkıntılara katlandılar. Allah’ın hükümlerini hiçbir güç değiştiremez. Muhakkak ki, Peygamberlerin haberlerinden bazısı sana geldi) buyurdu. Allahü teâlâ yine [Kur’an-ı kerimde, Yasin suresinin ilk on bir ayet-i kerimesinde] mealen, (Yasin. Hikmetlerle dolu Kur’an’a yemin ederim ki, sen Peygamberlerdensin. Dosdoğru yoldasın. Kur’an, Aziz ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Onunla ataları uyarılmış azgın bir kavmi uyarasın diye gönderildin. Onlardan çoğu, azabımıza müstahak oldu. Onlar iman etmezler. Biz onların boyunlarına çene kemiklerine dayanacak şekilde birer demir halka geçirdik. Başları kalkık duruyor, aşağı bakamıyorlar. Önlerinde bir set, arkalarında bir set yarattık. Onları her taraftan çevirdik. Önlerini, arkalarını göremiyorlar. Onları uyarsan da, uyarmasan da birdir. İman etmezler. Sen ancak, Kur’an’a uyan ve görmediği hâlde Allahtan korkan kimseleri uyarabilirsin. Onları marifet ve Cennetle müjdele) buyurdu. Halkın arasına dönme hususunda kalp gözü açık ve müşahede erbabından, yani tasavvuf ehli büyüklerden birçok kimse ile istişarede bulundum. Hepsi artık uzleti terk edip, insanların arasına dönmek icap ettiğini sözbirliği ile söylediler. Tasavvuf ehlinden bazı Salih kimseler tarafından görülen ve dilden dile dolaşan rüyalar da insanların arasına dönmemi, halkı şaşkına çeviren sapıklıklara cevap vermek için harekete geçmemi işaret ediyor ve kuvvetlendiriyordu. Bu rüyalar, Allahü teâlânın bu asrın yani hicrî beşinci asrın başında, takdir buyurduğu bir hayrın doğru itikada, yani Ehl-i sünnete dönmenin başlangıcı olduğunu gösteriyordu.

Allahü teâlâ, her asrın başında dini yeniden dirilteceğini va’d buyurdu. Bütün bu şehadetlerden dolayı kalbimde ümidim kuvvetlendi. Hüsn-i zannım galip geldi. Hicrî dörtyüzdoksandokuz senesi Zilkade ayında bu mühim vazifeyi, yani tecdit işini yerine getirmek için Nişâbûra hareket etmem nasip oldu. Bağdat’tan ayrılışım dörtyüzseksensekiz senesinin Zilkade ayında idi. Demek ki, insanlardan ayrı, uzlet hâlinde yaşamam, on bir seneyi doldurmuştu. Nişâbûra gitmek üzere yola çıkmam Allahü teâlânın takdir buyurduğu bir hareket idi. Bu, Allahü teâlânın öyle hikmetler dolu takdirlerindendir ki, insanlardan uzak yaşadığım esnada kalbimden hiç geçmemiş idi. Nitekim Bağdat’tan ayrılmak ve içinde bulunduğum makamı, mevkii, malı, mülkü ve evlatlarımı terk etmek de asla hatırımdan geçmemişti. Kalpleri ve hâlleri değiştiren Allahü Teâlâ’dır. Bir hadis-i şerifte: (Mü ‘minin kalbi, Rahmanın kudret elinin iki parmağı arasındadır) buyuruldu.

İyi biliyorum ki, ilmi yaymaya, talebelere ders vermeye döndüm. Fakat bu dönüş, göründüğü gibi değil, başka, çok başka bir dönüştür. Eski hâlime dönmedim. Çünkü dönmek eski hâle girmektir. Ben eskiden insana mevki’ kazandıran ilimi yayıyordum. Sözlerimle ve hâllerimle o ilime davet ediyordum. Şimdi ise, insana makam ve mevkii terk ettiren, rütbeden uzaklaşmayı öğreten ilime davet ediyorum. Niyetim ve arzum budur. Bu hâlimi Allahü teâlâ biliyor. Ben kendi nefsimi ve başkalarını ıslah etmek istiyorum. Muradıma erecek miyim yoksa mahrum mu kalacağım, bilemiyorum. Fakat kesin ve görmüş gibi bir inanış ile inanıyorum ki, bir hâlin değişmesi, bir işi yapmak kuvveti, ancak Allahü teâlânın yardımı ile ve muvaffak etmesiyledir. Yine inanıyorum ki, ben bir şey yapmadım. Allahü teâlâ bana bu işi yapmayı ihsan etti. Allahü Teâlâ’dan dileğim, önce beni, sonra da benim vâsıtamla başkalarını ıslah eylesin. Hak olan şeyin hak olduğunu göstersin ve ona uymayı nasip eylesin. Bâtıl olan şeyin de bâtıl olduğunu göstersin ve ondan sakınmayı nasip eylesin!

Şimdi, yukarıda bahsettiğimiz, imanın zayıflamasına sebep olan şeyleri anlatacağım. Saadete kavuşturan ve helâke sebep olan hâllerden kurtaran yolu göstereceğim. Ehl-i talimden (Şî’ânın bir kolu olan İsmâ’îlîlerden) işittikleri sözler sebebiyle ne yapacaklarını şaşıranların çaresini (El-Kıstas-ül-müstakim) adındaki kitabımızda anlattık. Burada tekrar ederek sözü uzatmaya lüzum yoktur. İbâhâ ehlinin, yani her şeyi mubah ve serbest görenlerin ortaya attığı yanlış düşünceleri ve onların şüphelerini yedi kısma ayırdık ve onları da (Kimya-i saadet) kitabımızda açıkladık.

Felsefe yolunu benimseyip, itikatlarını bozanlar ve Peygamberliği inkâr edenler için, nübüvvetin hakikatini ve varlığının zaruri olduğunu izah ettik. İlaçların, yıldızların ve bunlar gibi şeylerin özelliklerini bildiren ilimlerin varlığı dolayısıyla, Peygamberliğin hak olduğuna delil getirmemizin sebebi, bu ilim dallarının felsefecilerin bahsettiği ilimlerden olmasıdır. Biz, astronomi, tıp, tabiat, sihir, tılsım gibi ilim dallarında âlim olana nübüvvet hakkında delil gösterirken, herkesin kendi ilmini alâkadar eden deliller gösteririz. Fakat nübüvveti dili ile kabul ettim deyip, dinin bildirdiği meseleleri hikmetle izaha çalışan kimse, muhakkak ki nübüvvete inanmayan bir kâfirdir. O sâdece başkalarının kendisini takip ettiği bir hâkime inanmıştır. Bu durumun nübüvvete inanmakla hiçbir alâkası yoktur. Nübüvvete inanmak, aklın ötesinde bir âlemin varlığını kabul etmektir ki, orada aklın idrak edemeyeceği bazı şeyleri idrak eden bir göz açılır. Kulak, renkleri, göz, sesleri idrak edemediği gibi, bütün duyu organları da, akılın kavradığı şeyleri idrak edemez. Akıl da, kendi ötesinde manevi gözün (kalp gözünün) idrak ettiği şeyleri anlayamaz. Felsefeciler böyle bir şeyi kabul etmiyorsa da, biz bunun mümkün olduğunu ve var olduğunu yukarıda kesin deliller ile açıkladık. Eğer bunu kabul ederse, o zaman akıl tarafından anlama ihtimâli bulunmayan ve yalanlanan, imkânsız olduğuna hükmedilen bir takım hususi hakikatlerin bulunduğunu ispat etmiş olur.

Meselâ bir dank, yani yarım gram afyon, öldürücü bir zehirdir. Çünkü aşırı derecede soğutucu özelliği olduğundan, damarda kanı dondurur. Tabiat ilmine sâhip olduğunu iddia eden birisi, birleşik cisimler, soğukluğu, su ve toprak unsuruyla kazanır zanneder. Çünkü dört unsurdan soğuk olanı, su ve topraktır. Ama şu bir gerçektir ki, yüzlerce litre toprak ve su bir araya gelse insan vücudunu soğutmada yarım gram afyonun soğuttuğu derecede soğutmaz. Bu hususta tecrübesi bulunmayan bir tabîatcıya bahsedilse, imkânsız olduğunu söyler. Delil olarak da afyon bitkisinde hava ve ateş unsurlarının da bulunduğunu, bu unsurların onun soğutucu özelliğini arttırmayacağını söyler. Eğer afyonun sâdece su ve topraktan meydana geldiğini kabul etsek, bu derece aşırı soğukluk ortaya çıkmaz. Hâlbuki hava ve ateş gibi iki sıcak unsurun eklenmesiyle, kesinlikle bu kadar soğukluk olmaması icap eder der. Bu aklî bir delildir. Felsefecilerin tabiat ve ilahiyat konularında kesin delil olarak kabul ettikleri şeylerin çoğu bu türdendir. Çünkü onlar, varlıkları gördükleri ve anladıklarına göre değerlendirirler. Gördüklerine ve anladıklarına uymayan hâdiselerin imkânsız olduğuna hükmederler. Sadık rüyalar herkesçe kabul edilmemiş olsaydı, bir kimse çıkıp, duyu organlarım sakinleştiği, durgun olduğu zaman (uykuda, rüyada) gaydan haberdar olurum, diye söylese, hakikatleri akıllarıyla ölçmeye alışmış olanlar, o kimsenin sözlerini inkâr ederlerdi.

Felsefecilerden birine şöyle söylenilse: Küçük bir “tane” bir şehre atılınca, şehrin tamamını yok etsin. Sonra da kendi kendini yok etsin. Böyle bir şey mümkün mü? Felsefeci, böyle bir şey imkânsızdır, bu gibi şeyler hurafedir, der. Hâlbuki söylediğimiz şey ateşin durumudur. Ateş, hem başka şeyleri, hem de kendini yakar yok eder. Ateşi görmeyen kimse, bunu inkâr eder. Ahirete ait şeylerin çoğu, buna benzer. O tabîatcıya deriz ki, afyonda soğutma bakımından öyle bir özellik vardır ki, o özellik tabiat ilmiyle ölçülmez. Akla uygun hâllere kıyas olunamıyor demek mecburiyetinde kaldın. O hâlde dinin koymuş olduğu hükümlerde de, kalpleri tedavi ve tasfiye etmek hususunda akıl yoluyla anlaşılamayan, ancak nübüvvet gözü ile görülebilen bazı özelliklerin bulunabileceğini neden mümkün görmüyorsun?  Felsefeciler bundan daha acayip bir takım özellikleri kabul edip, kendi kitaplarına yazmışlardır. O özelliklerden biri de doğum sırasında zorluk çeken bir kadına, kolay doğum yapması için tavsiye edilen aşağıdaki şekildir.


Bu şekiller, su değmemiş iki bez parçasına çizilip, yazılır. Doğum yapacak kadın bunlara bakar ve ayaklarının altına koyar. O zaman çocuk derhâl doğar. Felsefeciler bunun mümkün olduğunu kabul etmişler ve “Acâib-ül-havâs” kitabında yazmışlardır. Bu şekil, dokuz haneli bir şekildir. O hanelere belli rakamlar yazılır. Her sırada bulunan rakamlar enine, boyuna ve çapraz olarak toplanırsa toplam hep on beş çıkar. Bunu kabul eden kimsenin aklı, sabah namazının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olmasının, felsefe gözüyle, akılla anlaşılamayacak birtakım özelliklerden dolayı olduğunu neden kabul etmiyor? Bunun hikmeti, bu vakitlerin ayrı ayrı olmasındadır. Bu özellikler, ancak nübüvvet nuruyla idrak olunur. Ne gariptir ki, bu vakitlerin birbirinden ayrı olmasının astronomi ilmine göre, müneccimlerin ifadesiyle söylesek, vakitler arasındaki farklılığı anlayacaklardır. Meselâ, güneşin göğün ortasında veyahut doğuş sırasında veya batış durumunda olmasına göre talih hakkında hüküm değişik olmuyor mu? Hatta müneccimler, yıldızların hareketine bakarak, ömürlerin kısa ve uzun olmasını, ecelin nasıl vaki’ olacağı nı tespit etmiyorlar mı? Hâlbuki güneşin göğün ortasında olmasıyla, doğmakta veya batmakta olması arasında fark yoktur. Bunu tasdik etmesi, yalancılığını belki yüz defa tecrübe ettiği müneccimin ağzından duymuş olmasından dolayıdır. O müneccimi daima tasdikten geri dönmez. Hatta müneccim dese ki: Güneş, göğün ortasında iken falan yıldız onun hizasına gelse, talih de falan burçta olsa, o sırada yeni bir elbise giysen, elbise içinde öldürülürsün. Buna inanır ve şiddetli soğuktan eziyet çekse, müneccimin yalanını da birçok defalar görmüş olsa bile, o denilen zamanda yeni elbise giymez. Aklı böyle şeyleri kabul eden, bunların, bazı Peygamberlerin mucizesi olarak öğrenilmiş özellikler olduğunu itiraf etmeye mecbur kalan bir kimse, nasıl olur da mucizeleri apaçık ve yalan söylediği asla işitilmemiş olan sadık bir Peygamberin sözlerinde, bunlara benzer şeyleri inkâr edebiliyor? Bir felsefeci, namaz rekâtlarının sayısında, hacda şeytan taşlamakta çakıl taşlarını atmakta, hac rükünlerinin sayısında ve dinde emredilen ibadetlerde bu gibi özelliklerin bulunabileceğini inkâr ediyorsa, biz bu özelliklerle, ilaçların ve yıldızların özellikleri arasında asla fark göremiyoruz. Felsefeci, ben yıldızlara ve tıbba ait söylenen özelliklerden bir kısmını tecrübe ettim. Bazılarını hakikate uygun buldum ve tasdik ettim. O özelliklere olmayacak bir şey gözüyle bakmak ve onları red etmek hissi içimden kalktı. Fakat senin dediklerini tecrübe etmedim. Mümkündür desem bile, hakikat olduğunu nereden bileyim derse, şöyle cevap veririm. Sâdece kendi tecrübe ettiklerinle kalma. Tecrübe edenlerin anlattıklarını işittin, onlara uy. Evliyanın sözlerini dinle. Onlar tecrübe ettiler. Dinin bildirdiği her şeyde hakkı müşahede ettiler. Onların yolundan yürü. Sen de onların gördüklerinin bazısını açıkça görerek, idrak edersin. Şunu da ilâve edeyim ki, her ne kadar bu hususta tecrüben yoksa da, tasdik etmek ve uymak lâzım olduğunu aklın kabul etmelidir.

Farz edelim ki, bir adam ergenlik çağına ulaşmış, aklı başında, fakat henüz tecrübe sâhibi
değil. Bu adam, hastalandı. Tıp ilminde mahir, çok şefkatli bir babası var. Onun tıptaki şöhretini aklı erdiğinden beri işitiyor. Babası ona bir ilaç hazırlayıp, bu senin hastalığına iyi gelir, seni bu hastalıktan kurtarır, demiş. O hastanın aklı neye hüküm etmelidir? İlaç, acı ve fena kokulu olsa bile, içmeli mi? Yoksa babasını yalanlayıp, tecrübe etmediğim bu ilâcın hastalığımı iyileştireceğini aklım kabul etmiyor mu demelidir? Böyle yaparsa, ona ahmak diyeceğine şüphem yoktur. İşte bunun gibi, ibadetlerin özelliklerini kabulde tereddüt edersen, basiret sahipleri seni de ahmak sayarlar.

Eğer, Peygamberin “aleyhisselâm” şefkatini ve manevi tedavi sayılan ibadetlerin özelliklerine vâkıf olduğunu nasıl bileyim der isen, derim ki: Babanın şefkatini nasıl bildin? Bu maddî olarak hissedilen bir şey değildir. Fakat babanın hâllerini ve sana karşı davranışlarını görerek bildin. Bu hâl ve hareketler, sende zaruri bir bilgi meydana getirdi. Bunda asla şüphem yoktur. Bir kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerine, kitaplarda bildirildiği üzere, insanlara doğru yolu nasıl gösterdiğine, gayet yumuşaklıkla, nezâket ve iyilikle onların ahlâkını güzelleştirmeye, dargın kimselerin aralarını bulmaya, dünya ve ahiret saadetine kavuşturacak şeylere davet etmek hususundaki yüksek gayretine bakarsa, o yüce Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine karşı şefkatinin, bir babanın çocuğuna olan şefkatinden kat kat fazla olduğunu kesin bir şekilde görür ve anlar. Yine Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” açıkça görülen nadir hâllerine ve Kur’an-ı kerimde Onun lisanıyla haber verilen ve hadis-i şeriflerinde ahir zamanda zuhur edeceği bildirilen gayba ait şeylerin bildirdiği gibi çıktığına bakarsa, kesin olarak anlar ki, O, aklın ötesinde bulunan bir duruma ulaşmıştır. Onda manevi bir göz açılmıştır ki, onunla ancak Allahü Teâlâ’ya kavuşmuş kimselerin idrak edebileceği gaybı ve aklın eremeyeceği şeyleri görüyor. İşte Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” doğruluğunu tasdik eden zaruri ilme kavuşmanın yolu budur. Tecrübe et, Kur’an-ı kerimin ayetlerini iyi düşün. Hadis-i şerîfleri iyi mütalaa et, incele, bunu açık olarak anlarsın, görmüş gibi inanırsın. Bu kadar söz, felsefecileri yola getirmek için kâfidir. Bu zamanda buna çok ihtiyaç olduğu için anlattık.
İmanı zayıflatan dördüncü sebebe gelince, bu âlimlerin ilimleriyle amel etmemeleri, kötü hâlleri sebebiyle halkın tesir altında kalıp, imanlarına zaaf gelmiş olmasıdır. Bu hastalık ise üç türlü tedavi edilir.

Birinci tedavi şekli: Halka şöyle demelisin. Haram yediğini iddia ettiğin âlimin, haramın haram olduğunu bilmesi, senin, içkinin, fâizin hatta gıybetin, yalanın, kovuculuğun haram kılınışını bilmen gibidir. Sen bunların haram olduğunu bildiğin hâlde işlersin. Bunları yapman haram olduğuna inanmamandan dolayı değil, nefsinin hevâsına, arzularına uyduğundan dolayıdır. İşte âlimin nefsinin arzuları da senin arzuların gibidir. Onu da nefsi mağlup etmiştir. Onun senden farkı, birçok meseleyi bilmesi, ilim sâhibi olmasıdır. Onu, işlediği günahlardan dolayı, daha fazla tenkit etmek uygun düşmez. Tıbba inanan pek çok kimse vardır ki, tabip kendisine yasakladığı hâlde, meyve yemekten ve soğuk su içmekten kendisini alamaz. O kimsenin bu davranışı, tıp ilmine inanmadığından değildir. İşte, âlimlerin hataları da böyle telakki edilmelidir.

İkinci tedavi şekli: Cahil kimselere şöyle demelidir: Âlim, ilmînin ahirette kendisine şefaatçi olacağını kabul ediyor. Zannediyor ki, ilimi onu kurtaracaktır. Bu sebeple ilmine güvenip, amellerde gevşek davranıyor. Belki de ilimi aleyhine bir delil olacaktır. Fakat o lehine olacağına güveniyor. Bu da mümkündür. O, ilmine güveniyor, ameli terk ediyor. Ya sen ey cahil, ona bakıp, ameli terk edersen, ilimin de olmadığına göre, kötü amelin sebebiyle helâk olursun. Sana şefaat edecek bir şeyin de yoktur.
Üçüncü tedavi şekli: En doğru tedavi şekli budur. Hakiki âlim ancak yanılarak günah işler. Günah işlemekte asla ısrar etmez. Hakiki ilim, günahın öldürücü zehir olduğunu, ahiretin dünyadan iyi olduğunu bildirir. Bunu bilen bir kimse, iyiliği bırakıp, kötülüğe yönelmez. İlmin bu meziyeti insanların çoğunun meşgul olduğu çeşitli ilimlerle elde edilmez. Bunun için, o tip ilimler, sâhibini günah işlemekte cüretkâr olmaya sürekler. Fakat hakiki ilim ise, sâhibinde Allah korkusunu uyandırır ve arttırır. Bu korku onunla günah arasında perde olur. Ancak, yanılarak günah olan bazı hareketlerde bulunabilir. İnsanlar bu gibi hatalardan kurtulamaz. Bu hâl, imanın zayıflığını göstermez. Mü’min böyle hatalara düşebilir. Fakat tövbe eder ve günah işlemekte ısrar etmez. Felsefecilerin ve ta’lîmiyyecilerin yollarının kötülüğü ve zararları ve onlara karşı çıkarken usulsüzlük yapanların zararları hakkında bildirmek istediklerim bu kadardır.

Allahü Teâlâ’dan dileğimiz, bizi seçtiği hakka ve hidayete erdirdiği kullarından eylesin. Hiç unutmamak üzere zikrini kalbimize yerleştirsin. Nefsinin şerrinden koruduğu, yalnız kendisine ibadet eden, has ve ihlaslı kullarından eylesin!

Yorumlar