Tarihi Maddeciliğe Reddiye


Bu yazıda, ülkemizde Felsefe alanındaki düşünürlerimizin en önde gelenlerinden biri olan  Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken hocamızın önemli eserlerinden biri olan "Tarihi Maddeciliğe Reddiye" kitabının önemli gördüğüm bazı bölümlerini (1-2)  aldım; aslında fizik, din, ahlak, psikoloji, iktisat gibi bölümlerden de aktarmak isterdim fakat bu defa yazının hacmi oldukça büyüyecekti. 

Kitabın 1963 yılı baskısı olması nedeniyle pek çok kelimeyi elimden geldiğince güncel karşılıklarına çevirmeye çalıştım, kimi yerlerde parantezler içerisinde belirttim. Bu anlamda aşağıdaki yazı bir çeşit çeviri oldu diyebilirim. Yazı uzun gibi görünse de felsefe ile ilgilenenler için güzel bir "ziyafet" olacaktır. Aşağıda alıntıladığım bu bölümler şunlardır:

  • Mantık ve Felsefe Karşısında Tarihi Materyalizm
  • Alemlerin Başlangıcı Problemi
Ayrıca  bazı noktalar hakkındaki naçizane fikrimi yazının sonuna ekledim.

-1-

Mantık ve Felsefe Karşısında Tarihi Materyalizm





Felsefî bir meslek olarak başlamışken, daha sonra İktisadî, hat­tâ geniş mânada sosyal bir teori, nihayet belirlenmiş bir şekliyle istilâcı emeller elinde bir siyasî propaganda âleti haline gelen materyalizm, fikir tarihine başlıca iki şekilde çıkmış bulunuyor:

1) O, teorik felsefede Grek’lerin atomculuğundan zamanımıza kadar âlemin mahiyeti hakkında ileri sürülen görüşlerden biridir: Alemi madde denen tek varlık çeşidine indirgediği için moniste (tekçi), âlemin aslında sonsuz atomlardan oluştuğunu kabul ettiği için plüraliste (çoğulcu) sayılmıştır.

2) sosyal felsefede, toplum hayatını tetkikle meşgul bütün bilgi dallarını tek maddi etkenle açıklamaya çalışan görüştür. Her ikisinin müşterek vasıfları:    
                                                                          
a.   — Bütün varlıkların mertebelerini (gerçek derecelerini) maddeye indirgemek, onların türü ve indirgenemez vasıflarını reddetmek,

b.   — Beşerî değerlerin (hakikat, hak, güzellik, iyilik, v.s ) odağı olan özgürlük, kişilik ve benliği inkâr etmek,

c.   — Ahlâkî, hukukî ve dinî sorumluluk ve yükümlülüğün esa­sı olan irade özgürlüğünü (autonomie) kabul etmemek suretiyle bütün bu değerler gözünde sorumluluğun tâyinini maddî gerekliliğe bırakmak; sorumluluğu ortadan kaldırmak.

Ne teorik ne uygulamalı felsefede bu apaçık zorluklar cevapsız kala­maz. İnsanın (ferdi ve sosyal) bugünkü hayatı soru sorar, cevap ister. Materyalizm bu zorluklardan şu şekillerde çıkmaya çalışıyordu:

I.        Âlemin biricik temeli olarak gördüğü madde üstünde Allahı kabul etmek suretiyle: Islâm felsefesinde Ebubekir Zekeriya Razî ve İbn Ravendi bu yolu tuttular. Epicure madde âleminin üstünde dün­yayla ilgisiz bir tanrı görüyordu. Fransız filozofu Gassendi, maddeyi düzenleyen ve yaratan Allah’ın işe karışmasına dayanıyordu.

II.      18 inci yüzyılın mekanik materyalizmi (d’Holbach, Helvetius, Cabanis, v.s.) bilinci, özgürlüğü ve sorumluluğu gölge olay haline getirdiler. Metodlarında Spinoza’nın pantheisme’indeki mutlak determinizm fikrinden esinlendiler. Onlara göre özgürlük, aslında, bu mutlak determinizmin bilinmesinden ve ona göre hare­ket edilmesinden ibarettir.
Fakat cüz’î iradesi olmayan insan «mutlak bir nizam» olan Tanrı karşısında ne yapabilir? Tanrı eğer âlemle ilgisizse kör t e s a d ü f l e r ortasında haklıyı haksızdan nasıl ayırmalı? Eğer bilinç-

-2-
bir gölge olaydan ibaretse kendini tâyin eden «maddî kuvvetler» in dışına çıkılabilir mi? Onlar içinde gayesine en uygun olanları seçe­bilir mi? Gündelik hayatın ve sağduyunun dahi her an ortaya atma­ktan geri kalmadığı bu soruların baskısı önünde materyalizmin eski cevapları yetemez.

III. sosyal bir felsefe manzarası alan, teorilikten çıkarak ta­mamen uygulamalı olan yeni materyalizm; sosyal hayata hükmetmek iddiasında bulunduğu için, bu soruları ikinci plânda bırakmadı. Bunun için de eski materyalizmleri inkâr ederken:

a) Yeni bir mantık kurarak metafiziğe, hattâ  ilmi düşünceye karşı cephe aldı;

b) Teori ile Pratik’i (uygulamayı) birleştirmek üzere doğrudan doğruya ha­yata girmek istedi;

c) «sosyal felsefe» olmak bakımından bütün sosyal ve manevî ilimleri kucaklamak ve izah etmek iddiasında bulundu.

Bu mânada o:

1-- Kendinden önceki birçok sosyal doktrinler ve sosyal felsefelerin tecrübe ve maharetlerinden faydalanmaya kalkmış bu yüzden de onların meziyetlerinden fazla mahzurlarını bir­leştirmiştir.

2 — Zamanımızda teorik felsefeye ve rasyonel ilme karşı cephe alan cesaretli bir felsefeden, pragmatisme’ den p r a t i k’ in ve h a r e k e t’ in (action) üstünlüğü fik­rini almıştır.

3-- Mutlak idealizm diye tanınan hegelianisme’den Üniversel Tarihi izah sistemini miras almıştır.

4 — İlmin sabrı, alçakgönüllülüğü ve emin yürüyüşü yerine, bu felsefelerin kav­ram cambazlığını, aceleci ve cesaretli hükümlerini koymuştur.

İnsanlık tarihi, eleştirel felsefenin geç doğması, hele ilimlerin (insana ait ilimlerin) kurulmada gecikmesi yüzünden, yarı felsefî ya­rı ilmi ve acele sistemleşmiş birçok görüşlerle doludur. Bunlar, hakikatte, ne ilimdir, ne felsefedir. Hem ilme hem felsefeye zararlı olmuşlardır. Aralarında bazı büyük filozofların da adları bulunduğu için insanı cazibesine kolay kaptıran bu görüşlere «sosyal doktrin­ler», «siyasî doktrinler», «pratik felsefe» veya «sosyal felsefe» den­mektedir. 

Bunlar bize insan kaderini keşfedeceklerini vâdeden, in­saniyete şifa vermek isteyen varsayımlar ve hülyalarla doludurlar. Sınırlı (dar) gözlemlerin acele genelleştirilmesi, soyut tasım (syllogisme) veya temsil (anologie) yardımıyla yapılan boşlukta akılyürütmeler, acele ve cesaretli sistemleştirmeler neticesinde önceden edi­nilmiş yanlış bir fikrin, bir peşin-hüküm, araştırmaksızın bütün âleme ya­yılması suretiyle bu tarzda realiteye aykırı ve «sistem» manzarası gösteren birçok görüşler doğmuştur. Bunlardan çoğunun kökleri or­tak duyu (sens commun) dadır. Halk psikolojisinin soruşturmaksızın ka­-


-3-
bul ettiği ve yanlış olmasına rağmen kütleler arasında acele yayıl­ması çok kolay olan bir takım vecizeler (mot d’ordre) den kuvvet almaktadırlar. İlmî veya felsefî görünmelerine rağmen asıl başarılarını temin eden bu heyecanlı (émotionnel) ve mis­tik unsurdur. Fakat bu doktrinlerden çoğunda sosyal harekete hâ­kim olma hırsı birinci plânda geldiği için,kendilerinden başka bütün doktrinleri hayalî,şahsi, hattâ «gayri İlmî»  (ilim dışı) olmakla itham etmek başlıca silâhlarıdır. Bununla beraber kısmen tecrübeye dayanmaları ve zamanlarının ilmiyle az veya çok temasta bulunmaları dolayısıyla onların, iyi bir eleştirmeden geçirildiği zaman ayıklana­bilecek doğru tarafları da vardır. Bütün bu türlü görüşlerin incelenmesine «sosyal doktrinler tarihi» diyorum.

Böyle bir tarihin eleştirmeler ve ayıklamalarla uğraşması büyük bir zaman kaybına sebep olacağı için bu işi ilim tarihlerine bırakmak ve bu «doktrin» leri olduğu gibi nakletmek daha doğru olur. Bu ta­rih insan aklının ilim ve felsefe arasındaki ince sınırları fark etme­den yaptığı cesaretli ve belirsiz teşebbüsleri alanı içine alır. İlmin konularını kontrol eden eleştirici bir felsefeyle, felsefeye konu ve mal­zeme veren kat'î(exacte) ilim arasında daima belirli ve iyi münase­betler vardır. Halbuki «sosyal doktrinler» bu tarzda sağlam ve metodlu bir düşünceden çok defa uzak kalmışlardır. Bununla beraber «sosyal doktrinler tarihi» nin bilinmesi bilgi tarihinde hatalar ve denemeler serisinin iyice görülerek, onlardan korunmayı temine ya­rayacaktır (1). Böyle bir araştırmayı, her şeyden önce, olumlu keşifler ve araştırmaların tahlil ve tenkidi ile uğraşan ilim tarihlerinden, meselâ bir «psikoloji tarihi» veya «sosyoloji tarihi» nden ayırmalı­dır. Birincisi İkinciler için hazırlık vazifesini görür; halbuki İkinci­ler asıl ilmin kadrosu içine girerler.

Başlıca sosyal doktrinler şu tarzda muhakemeler sonucunda meydana çıkmıştır;

a. Rasyonalist sosyal felsefeler: Bunlar tasım (kıyas) ve akılyürütme yoluyla çok sınırlı gözlem malzemesinden bütün toplumlar ve devirler için genel hükümler çıkarırlar. Bazıları görünüşte tecrübeye daha fazla yer verirlerse de esasları yine aklî ve mantıkî soruşturma yo­ludur. Aralarında asıl felsefeler bakımından çok büyük isimlerin de bulunduğu bu doktrinlerden Eflâtun’un, Aristo’nun, Kant’ın v.s. sosyal doktrinlerini sayabiliriz. Bunlar Aristo’da olduğu gibi tecrübeci, Kant’da olduğu gibi relativiste görünme­lerine rağmen daima mantıkçı, soyut ve şemacıdırlar.







(1) Şimdiye kadar bu tarzda birçok eserler yazılmıştır. Memle­ketimizde de bu çeşit telif ve tercüme eserlere rastlanır.






-4-

a. Yarı İlmî — natüralist sosyal felsefeler : Bunlar akli sistemlere daha başlangıçta cephe alırlar. Tabiat ilimleri­nin metodlarına uygun hareket ettiklerini iddia ederler. Güya göz­lemden başka ölçü tanımazlar. Fakat bütün bu realitenin kanunlarını bir ömre, hattâ bir esere sıkıştırmak ihtirasında oldukları için peşin hükümlerin veya halk sloganlarının hükmü altında kalmaları yanlış gözlem yapmalarına sebep olur. Aşırı realizm iddiaları onları sistemli kötümserliğe götürür. Realitenin yarısını, kötü ve olumsuz ta­rafını görürler. Kötümser ve kötü görüşlüdürler. İçlerinde İbn-i HaldunMachiavel, Montesquieu v.s.. gibi büyük dehalar bulunduğu, ve akılcıların aksine aşırı realist göründükleri için halkın zihnini çabuk kamaştırırlar.

b. Tarih felsefeleri: Bunlar tarihçilerin tekil olaylara dağılan ihtimalci görünüşünün cesaretli bir varsayım ile bütün insanlık tarihine ve beşeri hayata yayılmasından doğmuş­lardır. Grek’lerde Polyvios’la başlayan bu temayül, yine İbn-i Haldun’da, J. B. Vico de Bossuet de, Herder de, Hegel de, v.s. kendine büyük temsilciler bulmuştur. Bunlar tek olayların akımından ibaret olan tarihe, bir nevi kader, zamanî bir determinizm, özel bir mantık uygulamaya çalışırlar. Hareket noktaları birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, bu tarih felsefelerinin birleşik kusurları: 

1)   Beşerî özgürlüğü ve kişiliği inkâra gitmeleri,
2)   Kaderci ve mut­lak determinist olmaları,
3)  Önceden kabul edilmiş bir mantıkî şe­mayı tarihin çok çeşitli ve kıvrak akışına zorla uygulamaya kalkma­larıdır. 

«Tarih Mantığı» ndan çıkardıkları mutlak hükümlerle toplumların geleceğine ait kehanetlere kalktıkları için, birçok kötümser ve sabırsız devrelerde halkı arkalarından sürüklemişlerdir.

c. Siyasî doktrinler: Bunlar sosyal hayata doğrudan doğruya tesir etmek sevdasına kapılan hayalci düşünürlerin, başarısızlığa uğramış eski siyasilerin veya en hileci siyaset adamları yanında ömürlerini geçiren bazı «nizam-i âlem» meraklılarının sosyal fel­sefeleridir. Bu doktrinler çoğu kere ya 
utopiste yahut son derece olumsuz ve kötümserdir. Eflâtun, hayalî toplumun plânını kurmuş, onu uygulamaya kalkmış, hüsrana uğramış, sonradan üzerinde düzeltme­ler yaparak sosyal gerçeğe dönmeye mecbur olmuştu (Devlet adlı olgunluk ve «kanunlar» adlı yaşlılık diyalogu). Machiavel, Voltaire bu tarzda siyasî peşin hükümler ve ihtiraslarla sosyal hayatın yan­lış anlaşılmasına sebep olan dar görüşlere, sert ve kötümser itham­lara kalkmışlardı. Fakat böyle doktrinler hayatlarını sosyal hare­ket içinde geçiren insanların mahsulü olduğu için, teori ile pratik’i süratle birleştirirler. Halkın ve politikacıların uygulama ve açıklık hakkındaki yanlış görüşlerini avlayarak, birçoklarını sürükleyebi­lirler.


-5-

a.  Devrimci doktrinler: Toplumları temelinden sarsmak ve değiştirmek isteyen sosyal hareketlere önderlik etmiş doktrinlerdir. Bunlar kötü realite saydıkları, içinde yaşanılan hayat ile i i realite diye ilân ettikleri «olması gereken»i ayırırlar. Birincisini reddeder ve asıl İkincisi üzerine dayanırlar. Kanaatlerince asıl realite «ileride mutlaka gerçekleşecek, olma­sı gereken şeydir.» Fakat bu realite dediklerinin hayal mahsulü olduğunu unuturlar ve toplumu temelinden sarsacak ha­reketlere girerler. Bunlara ideologlar denir. Başlarında Rousseau gelmek üzere Fransız ihtilâlinin birçok ideologu bunlardan­dı. Zamanımızda ideolojiler bilhassa halka hayalî dünya cennet­leri vâdeden ihtilâlcilerin aldatıcı görüşleri haline gelmiştir. İdeo­loglar hakikî ilimcilerin tamamen zıddıdırlar. İdeologların bir kısmı ilmî verilere dayandıkları iddiasıyla kendilerine «ilimci» adını verir ötekilerini «hayalî» olmakla itham ederler.

b. Islahatçı (reformiste) doktrinler : Organizmayı tedavi eden he­kimler gibi sosyal gerçeğe önce teşhis koyarak, onu sonradan ıslâh ve tamire çalışanlardır. Bu doktrinlerde ıslâh fikirleri birinci plân­da geldiği için, asıl ilmî araştırmaya ayırdıkları zaman azalır. Ay­rıca onları tahrik eden sosyal ıslâhat düşüncesi olduğu için, ilmin istediği tarafsızlığa ve soğukkanlılığa sahip olamazlar. Bununla be­raber vasıta derecesinde dahi olsa ilmî araştırmaya büyük önem verdikleri için, daha önce gördüğümüz doktrinlerden çok farklı ve ilmî görüşe en yakındırlar. Bu grupnin başında bilhassa Aug. 
Comte u ve F. Le Play i sayabiliriz. Bu zatların düzenli çalışmala­rından ıslâhatçı hayalî plânlan, catéchisme (ilmihal) leri, Avrupa ailesine temel yapmak istedikleriOn emir (Décalogrue) ahlâkına ait nasi­hatleri dökülüp gitmişse de, imli araştırma adına birçok değerli fikirleri ve metodları kalmıştır.

c.  İlerlemeci doktrinler: Bu doktrinler milletlerin iç hayatına, kültürün derinliklerine nüfuz edemeyerekintellectuel ve technique ilerlemenin insanları maddece ve manâca mükemmelleştireceğine inanmışlardır. kökleri, belki de (bütün değerler sistemiyle birlikte manevî hayata nüfuz edecek yerde, zihinde kalmayı ve Metod araş tırmayı tercih eden Descartes’in dehasıyla açılmış yeni çağ görüşünden gelmektedir. İnsan toplumlarınin iç hayatına, halk ruhunun (volkstum) derin köklerine nüfuz edecek yerde «aydın» yetiş­tirmekle sosyal problemlerin çözülebileceğine inanmışlardır. Bu yüz­den sosyal hayatın evrimini yalnızca fikrî evrimde görecek kadar yüzeyseldirler. Turgot, Condorcet, 
Aug. Comte ve daha birçok­larını bu arada zikredebiliriz. «ilerlemeciler», yüzeysel görüşlerine rağ­men, bir hakikat payı taşımaktadırlar. Şu kadar var ki, ilerlemenin-


-6-

mutlak olmadığına, kavisler, zikzaklar çizdiğini, gerileme hareket­leri, yerinde saymaları olduğunu, hattâ J. J. Rousseau’nun dediği gibi, teknik ilerleme ile mânevi hayat zenginliği arasında bazen tersine ilişkiler bulunduğunu unutmamalıdır. (Tanzimattan sonra batıcı Türk düşünürlerinden çoğunda bu eğilim hâkim olmuştur.)

Bütün bu akımlar «sosyal doktrinler tarihi» ni doldurmak­tadır. Onların mahzurları ve zaafları ile beraber kuvvetlerini de kendinde toplayan, bu doktrinlerin tecrübelerinden faydalanmayı unutmayan ve bunu Hegel’in iddiacı tarih mantığı ve pragmatizmin sanal hakikat fikriyle birleştirerek bunca kusuru bir araya getirdiği için en zararlı, ve er tesirli bir hale gelen felsefe, tarihî materyalizmdir.

Tarihî materyalizm nedir? Kendilerine sorulacak olursa;

a)    O realiteleri kavramaya mahsus bir metodoloji dir;
b)    Antimetafizik bir felsefedir;
c)    Sosyal hareketin prensibidir.

 Fakat tahlil edilince bunların hiç biri olmadığı ve eski hataların bir me­cellesi (code), bu yüzden de en aldatıcısı olduğu görülür.

a.            Tarihî materyalizm, bu sıfatı eski materyalizmle Hegel’in tarih felsefesini yahut Hegel mantığını birleştirdiği iddiası yüzün­den almıştır. (Aynı sebepten, diyalektik materyalizm adını da alır.)

O, bu suretle materyalizmi hareketsizlikten kurtardığına, dünyaya yeni bir kural getirdiğine inanmıştır; içinde özgürlüğün, kişiliğin, vic­danın, yükümlülüğün, sorumluluğun yeri olmayan kör bir zaman cenderesi halindeki kural! Bu ise, bütün kısırlığına rağmen, vic­danlara ve insan hürlüğüne hitap eden felsefenin ve dinlerin ye­rine geçmek gibi büyük bir dâva peşindedir. O, bu cesareti her şey­den önce son derecede realist olduğu kanaatine borçludur: Bu akımın cazibesine kapılanların çoğu onu bir m e t o d olduğu, ilmi araştırmayı kolaylaştıracağı için değil, yalnızca düpedüz ihtiyaç meselesine dokunduğu ve bol keseden büyük vaadlerde bulun­duğu için benimsemişlerdir. Fakat bu yönü sonraya bırakarak da­yandığı felsefî fikirler üzerinde duralım.

Tarihî materyalizm Teori ile Pratik i birleştirerek en canlı bir hareket (action) felsefesi olmak iddiasını Pragmatisme’e (faydacılığa) borçludur (1). Bilindiği gibi bu felsefeye göre hakikat action’a bağlıdır. Yani




(1)                Her ne kadar bu mesleğin ifade edilişi 1860-1880 arasına aitse de Pragmatizm, James tarafından ancak 1900 den sonra formüle edilmiş­tir. Fakat teori ile pratiğin birleşmesi fikri daha önceHegel’de başlamış; Pragmatik dünya görüşü Nietzsche tarafından roman­tik bir tarzda ifade edilmiş olduğu halde asıl bu akıma dayanak olan yeni pragmatistlerdir.





-7-


doğru dediğimiz şey hareketlerimizde bizi başarıya götüren, yanlış dediğimiz de bizi başarıya götürmeyendir. Doğru bize pratik fayda temin eden yanlış da pratik fayda temin etmeyendir (1). Doğru bizi tatmin eden, yanlış bizi tatmin etmeyendir. Halbuki ilmin dayandığı ve bilgimizin temeli olan mantık prensiplerine göre süjeyle (bilenle) objenin (bilinenin) birbirine uygunluğudur. Pragmatizm böyle objektif ve değiş­mez bir uygunluk kabul etmez. Hattâ ona göre, bizi başarıya gö­türdüğü için fictif şeylerin doğru gibi görülmesi, bizi tatmin ettiği için de hak sayılması gerekir.

a.            Croce’nin tabiriyle bir şeyi sırf faydalı olduğu için doğru diye müdafaa eden jesuite’likle (ikiyüzlülükle) karışık bu garip felsefe (3), hiç de­ğilse genel bir beşerî action kabul etmek üzere hakikatin beşerî vasfını kurtarıyordu. Halbuki materyalizm onu bir sınıflar pragmatizmi haline getirmiş, son derece daraltmış, doğru ile yanlışı ayrılması imkânsız bir heyulâ (korkunç hayal) şekline koymuştur. Bu acayip felsefeye göre «doğru» bir sınıfın ihtiyacını tatmin eden, «yan­lış» ona aykırı olandır. Bu paradoxe’u ileri götüren komünist ya­zarları, hattâ bir «burjuvazi hakikati» ve «proletarya hakikati»nden (!) bahsederler. Bu anlamda bir burjuvazi fiziği, veya bir pro­letarya matematiği olmak lâzımgelir. Bu şekilde ne ilimden, ne hakikattan, ne ilmî araştırmadan bahsetmeye imkân kalır. Bununla beraber tarihî materyalizmin bu aşırı bayrakçıları zaten böyle bir hakikatten vazgeçmişlerdir. Onlar için kendi ideolojileri adına ba­şarı kazanmaktan başka hakikat olamaz. Görülüyor ki, burada ras­yonalistlerin soyut dogmatizmi, yarı ilimcilerin sahte tabiatcılığı, tarih felsefelerinin ezici fatalizmi, kötümser ve hileci siyasîlerin pratik uğrunda yaptıkları iman ve ideal yıkıcı teoriciliği, ideo­logların sosyal gerçeği altüst etme hırsları birbirine eklenmiş, in­san zihnini karartan bütün bu kusurlara bir de sınıf ve grup kin ve husumetini körüklemeden ibaret en «kolay avlanan» bir fikir sokulmuş; bu suretle tarihî materyalizmin eski doktrinlerin mirasına konan tehlikeli hareket halini almıştır.

Pratikle teorinin birbirine karıştırılması asıl pragmatisme de bu zararları doğurmayabilir. Çünkü dâvası, kişisel özgürlüğe, insanla­rın seçme imkânına ve gücüne dayanmaktadır. Fakat burada bu karıştırma (confusion) yalnız İlmî zihniyeti bulandırmak ve boz­makla kalmıyor; aynı zamanda dünyayı altüst eden ve yeni hiç bir şey yapmaksızın yalnız her şeyi yıkmaya yarayan gayrışahsî (kişilik dışı), hürriyetsiz bir tahrip âleti halini alıyor. Bu âletin başına geçen Makya-



(1)                  William James, L'idée de Viéritié, Dialague (249-258).
(2)                  Benedetto Croce, La philosophie de la pratique, p. (22-23).






-8-


velci toplum adamı onu insanlık ve değerler âlemi adına korkunç bir silâh gibi kullanabilir.

b.             — Tarihî materyalizm, veya kendi tabiriyle bu «İlmî komünizm» yeni bir felsefe olmak iddiasıyla ortaya atılmaktadır. Bu felsenin özü nedir? O bir bilgi teorisi midir? Maddenin varlığını kayıtsız şartsız bilinçden önceye koyması bakımından, hayır! Çünkü böyle bir iddia hiç bir kritik bilgi tahliline mukavemet edemez. O halde o, her şeyden önce, madde nin ilk ve aslî varlık diye kabul edilmesinden, bütün başka varlıkların yeni bir mantık oyunu ile ona indirgenmesinden dolayı bir metafizik dir. Bu metafiziğe eskiden beri olduğu gibi, «maddeci metafizik» demek ge­rekir. Halbuki bu felsefenin en çok ürktüğü şey de metafîzikdir. Her vesileyle metafiziğe hücum etmekte olan tarihî maddeci­ler, unutuyorlar ki, nihayet ruhcu ve hayatçı metafizikleri red et­mekle beraber, onlardan çok daha cesaretli olan madde metafiziği yapmaktadırlar.

Tarihî materyalizm 18 inci yüzyılın mekanik materyalizmini «metafizik» olmakla itham ederken, kendisinin diyalektik metod sayesinde bundan kurtulduğunu zannediyor. Çünkü, meselâ Lenin’e göre (1) eski materyalizm maddeyi sabit bir 
entité gibi gördüğü halde, onlar hareketsiz birimler, başsız sonsuz özler kabul etmiyorlarmış. Bunun için de relativiste imişler. Hattâ bu münasebetle «tarihî materyalizm madde ve özelliklerine ait her İlmî önermenin yaklaşıkİzafî olduğunda ısrar eder» diyor. Fakat aynı kitabın başka bir yerinde «tabiatta mahiyet farklarının asla mevcut olmadığında ısrar eder, bütün âlemin esasının maddî hareket ol­duğuna inanmıştır» derken en kat’î şekilde dogmatik bir ifadeye dön­mekte ve tam bir madde metafiziği yapmaktadır. Maddenin hareket­li veya hareketsiz oluşu metafiziğin karakterini değiştirmez. Leibniz veya Bergson’un dinamist ruhcu felsefeleri birer metafizik değil miydi?

Madde metafiziği cesaretlidir, çünkü realitelerin bilinçden en uzak ve insana göre en karanlık olanından hareket ederek daha üstün realitelerin toplumunu açıklamak iddiasındadır. Kişiliğe, ru­ha, değerler âlemine, bilince, hayata ait bütün vasıfların maddeden çıktığını iddia etmek onların maddede gizli bir kuvvet halinde bu­lunduğunu söylemekten başka nedir? Bu ise bilinenleri bilinmeyenlerle, hattâ bilinmeyenlerin en bilinmezi olan bu yaratıcı, esrarlı






(1)                 Lenine, Matérialisme et empirio-criticisme, pp. (217-245). Müellif burada E, Mach’a, Avenarius'e hücum ederken bütün modern fizik teorilerini tahrip ettiğini zannediyor.



-9-
madde ile izah etmeye kalktığı için hiç bir ciddi fikir adamının nü­fuz edemeyeceği, bununla beraber aksiyon açlığı olanlar üzerinde kolay, cazip, bazen «ilmî» gibi görünmesine imkân veren körükörüne bir cesaretten ibarettir (1). Gerçi âlemin esasını atom’lar, dinamik kuvvet hâzinelerinden ibaret sayan feylesoflar olmuştur. Fakat bunlar da ya insanlığın çocukluk devrinde başvurduğu spekülatif bir varsayım olarak kalmışlar; yahut âlemin bütün manzalarını izah için bu bölünmez unsurların içinde hayat ve ruh hâzinelerini ka­bule mecbur olmuşlardır (Leibniz). O ruh hâzineleri ise artık ma­teryalizmden bizi tamamen uzaklaştırmamaktadır. Yeni diyalektik materyalistlerden bazıları bu esrarlı kör maddeden hür insan kişi­liğine kadar yükselmenin güçlüklerini fark ettikleri için (2) elemanter ilk maddede dahi bir ruh ve bilinç unsurunun bulunduğunu, ve bu kuvvenin gelişmesinden yüksek realitelerin doğduğunu ka­bule mecbur olmuşlardır. Eğer böyle ise materyalizm nerede kaldı?

Bu düşünceleri bu tarzda uzatmak mümkündür. Fakat biz burada bilinç dışında idrakten önce var olan, bütün başka realiteleri mey­dana getiren, her şeyin ve bu arada bilgi ve insan iradesinin ken­disinden doğduğu (!) bu «yaratıcı madde» nin varlığını bütün kâ­inata yaymasından dolayı, bu felsefeye doğrudan doğruya «metafizik materyalizm» demeliyiz. Bu felsefe hakikat sorusunda pragma­tizmden çok daha karanlık bir şüpheciliğe (hattâ sophisme) ulaştığı gibi, gerçek ve varlık sorusunda da bütün metafiziklerden daha bulanık bir metafiziğe düşmüştür.

b.              — Tarihî materyalizm şeklinde felsefî bir ifade almak iste­yen bu akım, başka yönden yeni bir mantık, yeni bir metodoloji, olarak meydana çıkmaya çalışıyor. Bu mantığa şimdiye kadar in­san düşüncesinin dayandığı mantığı yıkmak ve bundan dolayı da bütün ilimleri altüst etmek, onları kendi mantığına veya hakikatine göre yeniden kurmak istiyor.

c.              Bu mantık Hegel tarafından zaten hazırlanmış bulunuyordu. Tarihî maddeciler, yalnızca bu düşünce âletini tersine çevirmek (!) le yetindiklerini iddia ettiler. Hegel’in mutlak Ruh âlemine, Fikir­lere uyguladığı (adetâ bir kavram şiiri mahiyetinde olan) bu mantığı onlar ciddiye almak ve tabiata uygulamak suretiyle ger­çeği araştırmaya en elverişli bir âlet elde edeceklerini zannettiler. Bunun adına da Hegel’in tabirini benimseyerek «maddeci diyalek-






(1)                  Gerçi madde ilmi (Fizik) ilimlerinin en ilerlemişidir. Fa­kat onun başarıları yalnızca pratik ve teknik alandadır. Maddenin mahiyetini aydınlatmaz.
(2)                  Max Raphaël, La théorie de la connaissance par la dialec­tique concrète, 1931.



-10-


tik» dediler. Burada her şeyden önce, bu kelimeyi Aristo’nun verdiği péjoratif (kötüleyici) mânadan kurtararak ona taç giydirmeye kalkan Hegel olduğu için, onun davranışı üzerinde durmak lâzımdır.

Bilinir ki, Aristoda 
dialectiqueâdi münakaşa san’atı denen ilkel bir mantık derecesidir. Hiç bir şeyi ispat etmeye yaramaz. Farabiye göre cedel eşit deliller arasında (tekâfi-i edille) tercih yapmadan ibaret bir münakaşa âletidir ki, onunla ilim ve metafizik kurulamaz. Cedel ancak bazı kelâmcılar tarafından kullanılmış ve hiç bir zaman makbul sayılmamıştır. Yeni felsefede Alman idealistle­rinin (Fichte, Schelling) ilk teşebbüslerinden sonra Dialectique i mantığın zirvesi haline koymak isteyen Hegel oldu.

Hegel bunun için ilk çağın unutulmuş bir felsefesini. Héraclite’i canlandırmaya çalıştı. Ancak Héraclite’in belirsiz ve ilkel «oluş»u yerine mutlak ruh ve îdée’nin üniversel oluşunu koydu. Bu parlak ve cazip sözler yeni bir tarihî mantık cenderesini, bir panlogisme ’i kurmak için ortaya atılıyordu.

Eskiden beri insan zihninin üç prensibe göre işlediği bilinmektedir. Bunlar da aynıyetçelişmezlik, ve üçüncü terimin bulunmayışı (tertium non datur) prensipleridir. Bu prensipler: A — Bir şey kendi kendisinin aynıdır; B — Bir şey aynı zamanda hem var hem yok olamaz; C — Bir şey ya vardır, yahut yoktur; bu ikisi arasında üçüncü bir durum olamaz suretlerinde ifade edilir. İnsan zih­ni bu prensiplere göre düşünür. Mantığımız doğruluğunu oradan alır. Bütün matematik ilimler varlıklarını bu prensiplerden çıkarır­lar. Formel mantık gibi uygulamalı mantık yani metodoloji de yine bu prensiplerden çıkar; yani dolaylı olarak onlara dayanır. Onlara dayanmadan hâdiseleri tetkik etmeye, aralarında zarurî ve sabit münasebetler ya­ni kanunlar araştırmaya imkân yoktur. Bu prensiplerin varlığından bir an bile şüphe etmek, düşünme imkânından vazgeçmek ve tabiat düzeninden, bundan dolayı da bütün ilmi araştırmalardan şüphe etmek demektir. Zihin ya delirme, rüya, schizophrénie gibi hallerde, yahut ilkellerin bizimkinden mahiyetçe farklı zannettiğimiz tasavvurlarında, bu prensiplere aykırı olarak işlemektedir. (Bununla be­raber, bu nokta da ayrıca soruşturmaya muhtaç bir yön teşkil eder. Bu­rada ayrıntılı açıklamaya girmiyorum.)

Halbuki Hegel’e göre birbirinin aynı olan Varlık ve Düşünce yahut başka tabirle Küllî, Ruh sonsuz bir Oluş (Devenirhalinde olduğu için gerçekte ne Varlık ne de Yokluk vardır. Her ikisi de bu ezelî oluşun iğreti ve soyut anlarından ibarettir. Oluş tama­men soyut ve zihnî olan Varlıkla Yokluk’un sentezidir. Başka tabirle Varlık soyut bir tez olarak ileri sürülürse, Yokluk onun anti-tez’idir. Oluş ise bu iki soyut (abstraitanın sentezinden ibaret olan asıl


-11-
somut küllî (üniversel concret) dir. Kâinat bundan dolayı sü­rekli bir oluş halindedir (1). Âlemde soyut ve statik olan Varlık mantığı değil, fakat somut ve dinamik olan Oluş ve sentez mantığı hâ­kimdir.
Metafizik materyalizm cesurca bir kelime oyunuyla Hegel’in ruh ve fikir âlemine ait diye tasarladığı bu koskoca mantık cen­deresini tersine çevirdi. Onu maddenin "oluş"u haline koydu. Fakat yaratıcı saydığı maddenin oluşu, sanki onun içinden çıkacak bütün gerçeklerin, yâni âlemin oluşudur. Hiç bir şeyin, bu felsefeye göre, sabit mahiyeti yoktur. Herşey olmaktadır. Bunun için de hiç­bir sabit münasebetten, hiçbir tabiat kanunundan, hiçbir ilmî zaru­retten bahsetmemek lâzım gelir. Eğer bazı sabit münasebetler görü­nüyorsa, bunlar kâinattaki aksedilemez (irreversible) devamlı oluşun yolu üzerinde iğreti anlar olmak gerektir. Bir an için doğru de­diğimiz şey bir an sonra doğruluğunu kaybedecek, bir anda sabit görülen bir münasebet başka bir anda sabit olmaktan çıkacaktır.
Halbuki bu son derece iddialı Heraclite ci felsefenin müda­faa edilmesine hiçbir suretle imkân yoktur. Heraclite âlemi akan bir nehire benzetiyordu. «aynı suda iki defa yıkanılamaz.» derken hiç­bir şeyin sabit olmadığını, herşeyin değiştiğini, yalnız değişmenin değişmediğini ifade ediyordu. Halbuki değişmenin olabilmesi için değişmeyen bir şeyin bulunması lâzımdır. Değişme ancak değişme­yen bir dayanak (substratum) la kaimdir. Her şey değiştiği takdirde hiç bir şey yok demektir; o zaman değişme de tesbit edilemez. Oluş ancak Varlık’ın bir tavrı (mode), bir hali olabilir. Var olan şey bir halden başka bir hale geçebilir. Fakat bu değişme yalnız Varlıkla kaimdir.
Hegel’in bu garip oluş mantığı ne zihnimize ne şeylere uygulanabilir. Zihinde çelişikler birleştirilemez. Bir şey ya vardır, ya yoktur. Bir şey olmuyor (ne devient pas) demek yoktur demenin aynıdır. Diyelim ki, Oluşun Varlık üstünde bir kategori ol­duğu kabul edilse bile, yine mantığımızın prensipleri devam eder Zira Oluş kendi kendisinin aynı olacak; bir şey aynı zamanda hem oluş hem olmayış (veya oluş - değil) halinde bulunmayacak; oluşla olmayış arasında bir üçüncü had imkânsız olacaktır. Şu halde man­tığımızın bünyesini değiştirmeye imkân yoktur. Onun yerine kon­mak istenen bu acayip mantık görünürde kâinatın gelişmesini evrimini izah eder gibi görünmesine rağmen, hakikatte, realiteye ve zihnimize aykırı garip bir kavramlar şemasından ibaret kalmaya mahkûmdur.


(1) Bu fikrin ilkel kökleri Heraclite de olmakla beraber Hegel ona en geniş mantıkî ifadesini vermeye kalkmıştı.





-12-
Tabiat kanunları tabiatın iğreti bünyeleri, bir anlık sabit mü­nasebetler değildir. Böyle olsaydı hiçbir şeyi tesbit etmek, hiçbir kehanette bulunmak, hattâ hiçbir şeyi düşünmek mümkün olamazdı. Eğer tarihî oluş her seferinde bir defa olarak zuhur eden tek tek olaylar seyri ise, orada determinizmden, önceden görüşten, geleceğe ait «kehanet» ten bahsetmek kadar yanlış bir şey olamaz. Çünkü tekrarlanmanın olmadığı yerde sabit münasebet olamaz ve tek olaylarda hiçbir şey önceden kestirilemez. Halbuki tarihî materyalizm aynı zamanda «tarihî determinizm» olmak iddiasındadır. Bu iddiası yarı ilimci naturaliste görüşlerin eski tarih felsefelerinin kaderci, determinist, kötümser tezine varis olmasından, aynı rolleri oynamak is­temesinden ileri geliyor. Fakat eğer tarihî oluş birbirine paralel sa­yısız olaylar zincirinin akışları arasındaki paralellik, veya böylece elde edilen sabit münasebet ise, o zaman tarihî determinizm mâna­sını kaybeder. Zira tarihî olay yerine sosyal veya ruhî olay geçer. Tekrarlı sosyal olayların determinizmi ise, tarihî materyaliz­min bahsettiği Kaderci determinizmden tamamen farklıdır. Onun araştırdığı sabit münasebetler bütün tabiat ilimlerinin kadrosuna giren sabit münasebetlerden ibarettir. Her iki halde de tarihî determinizm ’den bahsetmek tamamiyle yersizdir. Bir tarih felsefesi mümkün müdür adlı iki makalemde bu meseleyi ayrıca tafsil (detaylı açıklama) ettiğim  için burada üzerinde fazla duracak değilim (1).
Hem tarihte tekrarlanma yoktur, yani oluş vardır derler, hem de bu oluşu determinist bir tarzda açıklamaya kalkarlar. Ne garip düşüncedir! Fakat bu çelişmenin açık sebebi şudur: Oluşsuz bir tekrarlanma kabul edince tarihî materyalizm umduğu değişmeleri, beklediği dev­rimleri soruşturmaya imkân bulamayacaktır. Tekrarlanmasız bir oluş kabul edince ise, tek tek olaylar vasıtasıyla geleceği tahmin etmeye, bun­dan dolayı da iddia ettiği sanal kehanete mahal kalmayacaktır. O zaman bu  oluşun da üniversel olduğu iddiasıyla - bir nevi kanunluğu (légalité) olduğundan bahsedecek; fakat bu su­retle içinden çıkılmaz yeni bir çelişmeye düşecektir.
Tarihî materyalizm Hegel gibi zihnimizin kanunlarını eşyaya kabul ettirecek yerde, eşyanın kanunlarını zihnimize kabul ettirece­ğini vadediyor. Fakat ne boş vaad ! Çünkü bu suretle ileri sürülen bir mantığın hiçbir kanunu tesbit etmesine imkân yoktur. Eğer bütün toplumlar aynı dönüşümlerden geçiyorlarsa, bu onların tâbi oldukları şartları bilmemize, bu şartlara göre belirli sebeplerin belirli so­-





(1) Bu makaleler önce İstanbul dergisinde (1946) neşredilmiş, sonra «Millet ve Tarih Bilinci» adlı kitabımın bir faslını teşkil etmiştir (1947, Pulhan mat.).


-13-

nuçları doğurmasına bağlıdır ki, burada tesbit edilen sosyal gereklilik asla diyalektik karakterde değildir. Hiçbir çatışmanın, hiçbir mukadder oluşun eseri değildir. Bu şartlar değiştikçe onların doğurduğu eserler de değişir. Yeryüzünün çeşitli yerinde şartların ayrı ayrı tarzlarda birleşmesi ayrı sonuçlar doğurabileceği için, bütün tabiat olaylarında olduğu gibi sosyal olaylar alanında da çeşitlilik ve bunlar arasında benzeyişler, değişme imkânları ve sabit vasıflar meydana çıkar. Fakat böyle bir araştırma tamamen İlmî sürecin mahsulü olarak uygulanabilir.
Bu türlü olaylar ilmin kullandığı tümevarım kurallarıyla, ihtimaliyet esaslarıyla araştırılabilir. Bu suretle ulaşılan sonuçlar ise tarihî materyalistlerin iddia ettiği genellemeci şematik diyalektikten, tarihin çeşitliliğine zorla uygulanmak istenen ve gerçeğin bütün özelliklerini kesip budamadan başka bir işe yaramayan panlogisme den çok farklıdır.
Tanınmış diyalektik materyalistlerden G. V. Plekhanov «Marksizmin esaslı poblemleri» adlı kitabında (diyalektik ve mantık faslı, S. 97 - 107) formel mantığın realitede geçer olmadığını ispat için hareketin aynıyet ve çelişmezlik prensiplerine tâbi bulunmadığını iddia ediyor. Ona göre «madde hareketsiz ve hareket maddesiz tasavvur edilemez. Bütün âlemin esası bu hareketli maddedir. Fakat hareket hâlinde bir cisim aynı zamanda hem burada hem başka yerdedir. Hem vardır, hem yoktur. Bizzat değişmenin mevcudiyeti gerçekte çelişmezlik mantığı yerine çelişme mantığı veya di­yalektiğin geçerli olduğunu gösterir. «Ya formel mantık doğrudur; o zaman realiteyi inkâr etmeli. Yahut realite doğrudur. O zaman formel mantık prensiplerinin geçerliği yoktur.» — hattâ daha ileri giderek «eğer mantığımız doğru ise Zenon gibi hareketi inkâr etmek lâzım gelir» diye ilâve ediyor. Fakat unutuyor ki biz hareketi (astronomiden quanta mekaniğine kadar) matematik formülleriyle ifade ediyoruz. Ve bu ifademiz doğru olmasaydı hareket kanunlarını bu­lamaz, onlardan tabiatın şaşmaz münasebetlerine ait teknikleri elde edemezdik. Bu matematik formülleri ise tamamen aynıyet mantığı­na dayanmaktadır, yani - tautologiquedirler. Zenon hareket hakkında          şu delili veriyordu.

            1     1      1     1     1               1
2 = 1 + — + — + — + — + — +………..  —
            2     4      8    16    32             

Buna göre daima bir sürekli ile onu teşkil eden süreksiz parça­lar toplamı arasında sonsuz küçük irrationnel bir fark kalacaktır. Matematikçi bu farkı aşamaz. Başka bir deyişle ilim somut ve tabiî sü­-

-14-
rekli ile soyut süreksiz arasındaki irrationnel fark yokmuş gibi farz eder. Aynı hal poligondan daireye geçiş sırasındaki π de de kendini gösterir. Fakat tabiatın bu irrationelleri matematiğimizin geçer ol­masına mâni değildir. Biz daima bu sonsuz küçük hata ile formel mantığımızın nicelik şekli olan matematiği realiteye uygular ve ondan pratik sonuçlar elde ederiz. Uygulamalı mantıkta ise yalnızca tümevarım metodları geçmektedir ki, orada tecrübeye dayanan araş­tırmalarımız hiçbir a priori prensipe dayanmaksızın sebeplik ve ihtimaliyet kanunlarına ulaşırlar. Bununla beraber bu kanunlar, yine de zımnen tautologique mantığımızın prensiplerine, yani matematik formüllerine uygundurlar. Fizik olaylara ait her ka­nunu adı matematikle veya diferensiyel ve intégral denklemlerle ifade edebiliriz. Nitekim biyoloji ve sosyoloji alanındaki her ihtimali kanunu da, yine ihtimaliyet hesabı ile ifade edebiliriz. Quanta mekaniğindeki belirsiz (indéterminé) dağılışı ifade etmek için elimiz­de matrice’ler hesabı ve configuration geometrisi diye vasıtalar var Hasılı tabiata ve muhtevaya ait bütün sabit münasebetleri form’a ait bir nevi matematikle ifade etmek, başka deyişle — her vücuda uygun ayrı bir elbise bulmak mümkündür. Bu da gösterir ki Formel man­tık prensiplerinin uygulamasından başka birşey olmayan matema­tikler imiz gerçekle ilgisiz boş zihnî pratikler değildir. İlmimizin ilerlemesi, tekniğimizin ilerlemesi bunların sağlığının ve gerçeğe uygunluğunun yeter delilleridir. 
Tabiatta madde âleminden bitki, hayvan ve insana doğru yük­seldikçe kesinlik ve muayyenlik azalarak muhtarlık ve özgürlük çoğaldığı için formel mantığın uygulanması gittikçe artan güçlüklerle karşıla­şır. Fakat bu dahi en yüksek varlık derecesinde onun geçer olmadığını göstermez. Ancak gerçekte irrationnel hissesinin arttığını gös­terir.

Buna karşı çelişme mantığı veya diyalektikden bahsetmek tabiatta ve insanda mevcut irrationneli inkâr ederek onun bütün şekil değiştirmelerini «hareket mantığı» adı verilen yeni bir mantığa bağ­lamak demektir. O suretle ki bu mantık Leibniz’denberi filozofların gösterdikleri ve bilhassa Logistique’in yetmiş seksen seneden beri geliştirdiği gibi katiyen formel ve tautologique olmayacak; gerçeğin özüne nüfuz edecek ve onu tıpkı Aristonun metafizik (veya apophantique) mantığı gibi kavrayacaktır (1). Bu görüş mantığın ve ma­tematiğin son yüzyılda ilme kazandırdığı bütün ilerlemeyi bir ham­-

(1)      Mantık tarihi adlı kitabımızda formel mantığın bu evrimini göstermiştik (1943); L o j i k  prensipleri adıyla yaptığımız tercümede de aynı konu incelenmiştir (1941).


-15-

lede inkâr ederek onu ilk çağın safdil metafizik mantığı derecesine indirmekten başka birşey değildir.

Logistik buna mâni olmak için ihtimaliyet hesabından çıkarılmış bir «ihtimaliyet mantığı» kurmaya çalışıyor. İhtimaliyet, mantıkçılarına göre doğru yanlış dediğimiz süreksiz çiftdeğer yerine 0 ile 1 arasında değişen ve bir ihtimaller skalası halinde gösterebileceğimiz sürekli çok değeri koymak mümkündür. Böyle bir mantıkta doğru en çok muhtemelin 1 e yaklaşan takrip derecesi  yanlış - da en az muhtemelin 0 a yaklaşan derecesi ola­caktır. İhtimaliyet mantığının muvaffak olup olamayacağı henüz kestirilemez. Fakat bütün bu araştırmalar ilmin tabiî yoluna uygun­dur, gerçekten çıkarılmıştır ve çelişme mantığı gibi ilim zihniyetini altüst eden, matematik ilimlerle taban tabana zıd ve neticesiz bir iddiaya meydan vermemektedir.

İster çift değerli ister çok değerli olsun, ister Formel ister Diyalektik mahiyette bulunsun, mantığımızın yapısı her şeyden önce zihnimize aittir. Zihnin bu aleti gerçeğe uygulama edilebildiği nisbette metodoloji yoluyla olayların sabit münasebetleri tesbit edilir. Formel mantığın tabiattan çıktığını söylemek dogmatik bir metafizik yapmaktır. Fakat çelişme mantığı veya diyalektiğin tabiattan çıktığını söylemek ise ancak tarihî mateyalistlerin düşebilecekleri bir çeliş­medir.

H.               Lefebvre «Le matérialisme dialectique» adlı kitabında (F. Alcan, 1939), diyalektik mantığını kabul etmekle çelişmezlik mantı­ğını reddetmenin icap etmeyeceğini söylüyor. Ona göre diyalektik «bir şey aynı zamanda hem var hem yok» diyecek yerde «muhtevalı bir önerme şimdi varken, sonra yok olabilir,) demektedir. Böyle ha­fiflemiş bir iddia ise, daha önce Bernstein’in yaptığı gibi - hakikatte - diyalektikten vazgeçmekten başka bir şey değildir.

Modern fizikçilerden O. L. Reiser hiçbir obje fonksiyonunum, var - yok alternativine bağlı olmadığını söylüyor. Reiser gûya tecrü­beden çıkarmak üzere, şu antinomiyi veriyor:
Elektron bir cisimdir — Elektron bir dalgadır.
Fakat hakikatte bu antinominin tez ve antitez diyebileceğimiz iki haddinin birleşiminden hiçbir senteze ulaşılamaz. Heisenberg veya L. de Broglie’nin gösterdikleri gibi, ilim bu iki halden bazen birini bazen ötekini kullanarak sonuçlamalar yapabilir. Fizikte «tamamla­yıcılık (complémentarité) denen bu vasıf iki zıddı birleştirmeye de­ğil, fakat onlardan ya biri yahut ötekini kullanmaya bizi sevk eder. Yeni fizik diliyle, bunu şöyle ifade edebiliriz:


-16-

Bazı hallerde elektron cisimcik şeklinde ifade edilir.

Bazı hallerde elektron fonksiyonu dalga şeklinde yayılır.

Bu da gösteriyor ki yeni fizikteki t e z a d ve tamam­layıcılık olayı ilmi açıklamaya girdiği zaman yine matematik, formüllerine yani çelişmezlik mantığına bağlanmaktadır. Korzybsky gibi bazı diyalektikciler bu olayı kendi lehlerine tefsire çalışıyorlarsa da sorunun tamamen aksine olduğu meydandadır.

Kısaca, Varlıkla Düşünce nin aynıliği prensibinden hareket eden Aristo mantığı gibi metafizikçi karakterde olan diyalektik, zihnimizin kanunlarına ve bütün matematik ilimlere aykırı olduğu kadar realitenin renkliliğini, çeşitliliğini ifadeden de âcizdir. Şimdiye kadar bu yolda hiçbir ilim hareketi olmamış ve hiçbir teknik teşekkül etmemiştir. Bütün söylediklerimizden başkaca, yal­nız bu nokta bile onun yanlışlığını göstermeye yeter.

Matematikte yeni sezgici (neo-intuitioniste) denen ve Brouwer, Heiting taraflarından temsil edilen bir akım ne doğru ne yanlış olmayan önermeleri kabul ediyorlar; bu suretle de üçüncü terim yokluğunu ortadan kaldırdıklarını iddia ediyorlar: Sokrat iki dik- açıya eşittir veya eşit değildir önermeleri gibi. Bu suretle doğru ve yanlışın arasında saçma (absürde) denen üçüncü bir had mey­dana çıkıyor (1). Bu fikir üç değerli hattâ daha sonra Lukaziewitz tarafından çok değerli mantık (logique polyvalente) şeklinde ifade edilmiştir. Eğer hakikaten iki değerli mantık (yani doğru - yanlış mantığı) bu çok değerli mantığın özel bir halinden ibaretse o zaman zihnin ana prensiplerinden olan «üçüncü terimin yokluğu»ndan vazgeçilmiş olacak ve diyalektikcilerin iddiasına başka bir yönden dönülecektir. Fakat Errera ve Barzin’in gösterdikleri gibi burada saçma-saçma değil ikiliği üçüncü terimin yok­luğunu zımnen kabul ettirecek ve yeniden kuracaktır. Hasılı hiçbir suretle ondan vazgeçmek mümkün değildir.

Von Mises’in dediği gibi (2) bir nevi çok değerli mantık olan «İhtimaliyet mantığı» nın kurulabilmesi için bu mantığın doğru ve aksinin yanlış olduğunun ileri sürülmesi gerekir ki, bu da onun zım­nen iki değerli mantığa dayandığını gösteril. Reichenbach’ın böyle bir itirazdan kurtulmak için ihtimaliyetin ihtimaliyetinden, onun da

(1)    Actes du Congrès de 1935, Philosophies et Mathématiques (La négaion et le principe de tiers-exclu, par A. Reymond) ,1936.
(2)        R. von Mises, Wahrscheinlichkeit, Statistik und Wahrheit 1936.



-17-

ihtimaliyetinden bahsetmesi kâfi bir delil değildir (1). Çünkü bu tarzda bir devir (tautologie) ile hiçbir şey kurulamaz. Kısaca, logistikin araştırmaları sırf teferruatta ne kadar yenilikler gösterse de esasında, yine klâsik mantığa dayanmaktadır (2). Kaldı ki bütün bunların Diyalektik gibi tabiattan ve eşyanın mahiyetinden çıkarılmış hakikatler olduğu iddia edilmiyor. Diyalektik metodun çözülmesine ait başka bir numune idealist dialektiği takip edenlerin tuttukları yoldur. Yeni Hegelcilerin hiçbiri Hegel dialektiğini tamamen benimseyemedi. İtalyada Benedetto Croce onu esasından sarstı (3). Ken­disinin «yeni Hegelci» olduğunu söylemesine rağmen «Çelişme mantığı» nı reddetti. Ona göre zıdların terkibi fikri felsefe tarihinde. Hegele gelinceye kadar birçok filozofların düştüğü birleşik bir hatadır. Hegel felsefeyi matematikten, tabiat ilimlerinden, formel mantıktan uzaklaştırmaya mecbur oluyor. Halbuki tabiatta ve insanda zıdların terkibi değil, seçkin (distinct) kavramların işti­raki (connexion) vardır. Onlar birbirini tamamlamak suretiyle tabiatın gelişmesini temin ederler. Hegel’in biricik haklı olduğu ta­raf statik ve hareketsiz tabiat sınıflamalarına hücum etmesi, bunlar arasındaki bağlantıları görmesidir. Hegel matematiğin diyalektikle inşası mümkün olmadığını söylerken mühim bir hakikate temas etmişti. Rosenkranza göre eğer diyalektik biricik metod olsaydı matematiğin insan düşüncesinde ve ilimde yeri olmaması lâzımgelirdi.» Croce tenkitlerinde Engels’e hücum ederek buğdayın yetişmesi, sürfeden kelebeğin çıkması gibi tabiî olaylarda çelişme mantığı aramanın saçmalığını işaret ediyor. Matematikte (— a ,
     = a2) denklemini diyalektik senteze misal diye vermesindeki isabetsizliği hayretle gösteriyor. Hegel bize realitenin derecelerindeki gelişmeyi göstermiştir. Fakat onun paradoksal mantığı son derecede kötüye kullanılmaya elverişlidir. Tez, antitez, sentez üçlemini herkes istediği gibi kullanabilir. Hangi noktadan başlarsanız sentez ona gö­re kurulmuş olacaktır. Nitekim bu itibarî sentez fantezileri Bradley’de. Hamelin ve Le Senne de türlü türlü şekiller almıştır (4). Sentez üç-

(1)        H. Reichenbach, Wahrscheinlichkeitslehre, 1935 — Induc­tion et Probabilité (Actes du IX. Congrès de Philos., 1936).
(2)        Greenwood, Les fondements de la logique symbolique, Pa­ris 1938.
(3)        Benedetto Croce, Ce qui est mort et ce qui vivant de Hegel trad, fr. 1912.
(4)        Hamelin, Les elementes principaux de la représentation F. Alean, 1918.
Le Senne, Introduction à la philosophie, F. Alear., 1930. Bradley. Appearence and Reality.


-18-

leminin kötüye kullanılması o kadar garip şekiller almıştır ki bunun karikatürlerini yapmak bile mümkündür. Maddeci diyalektik sanki kendi mantıkî pratiğinin sarsılmaz olduğunu iddia eder. Fakat orada da bizzat materyalistler arasında diyalektik türlü şekiller de uygulama edilmiştir. Bu teslis (trinité) tarih boyunca sonsuzca sürüp gider mi? Bir yerde sona erer mi? Bütün tarih tek bir teslisden mi ibarettir? Bunlar belirlenmemiştir; meselâ ilkel komünizm kişisel mülkiyet, kollektif mülkiyet teslisini ileri sürenler tarihte tek sentez olduğuna inanmışlardır. Halbuki tarihî materyalizmin apotrları (koruyucuları, havarileri) birbirlerine yazdıkları felsefî mektuplarda dialektiğin sonsuz olarak devam edeceğinden de bahsediyorlardı. Eğer bu ikinci söyledikleri doğru ise o zaman birinciye ait kehanetlerin yıkılması gerekir. Birçok halkalar çizdikten sonra sentezin her yerde bitmemesi lâzımsa bu sahte dinin son katastrof dediği a h i r e t i yalan olacaktır. Dialektiğin resmettiği hat doğ­ru bir çizgi midir? Zikzaklı mıdır? Bir spiral yani helezon mudur? Bunları kestirmek mümkün değildir. Çünkü bizzat tarihî materyalizm apotrları bu hususta belirsiz ve kararsızdırlar. Eğer âlem tarihî materyalizmin dediği gibi organik bir bütün, bir totalité ise, ve orada parçalar bütüne bağlı iseler bu sanal diyalektik gelişmenin ba­şı ve sonu olmayan nihayetsiz bir determinizm hattı değil, kendi içine kapanan bir kavis, gayesi önceden çizilmiş bir hareket yolu olması lâzım gelir.

Tarihî materyalizm bu acayip «tenakuz mantığı»nda + ı ile — ı, entegral ile diferansiyeli, action ile reaction u, pozitif elektrik ile negatif elektriği, atomların birleşmesi ile dağılmasını, hasılı gerek zihinde gerek tabiatta birleşim ve tahlil pratiklerine karşılık olan bütün faaliyetleri çelişme zannediyor. Her şeyden önce tabi­atta çelişme olamayacağını, onun yalnız zihnimize ait olduğunu, ta­biatta benzerlikler, farklar ve zıdlıkların olacağını, fakat bunların da biricik tabiat münasebetleri olmadığını fark edemiyor.

Tarihî materyalizm ilmin malı olan her şeyi kendi malı zannediyor. Fakat bunları pratik ve hasis gayesine vasıta haline getire­bilmek için eğip bükmeye, hattâ tahrife mecbur oluyor. Her ne kadar be­şerî ilimlere (meselâ beşerî coğrafya, psikoloji, sosyoloji, etnoloji vs...) göre insan hayat şartlarıyla tarif edilir. Hayat şartları fikir­leri tayin eder, fakat fikirler de hayat şartlan üzerine tesir eder. Ob­jektif olmayan birşey varlık değildir. Fakat bu hükümlerin diyalektik materyalizmle ilgisi yoktur. Onlar Claude Bernard, Le Play, Lamarck vs. taraflarından ifade edilmiş ve ilmin gelişmesinde kullanılmıştır. Ancak tarihî materyalizmin apotrları bunları kendilerine mal etme­de acele ediyorlar. Fakat nasıl kullanacaklarını bilmedikleri için ba-


-19-

zan fikirlerin yalnızca hayat şartları tarafından tayin edildiğini söy­lüyorlar ve kendilerine İktisadî determinst adını ta­kıyorlar, bununla beraber, biraz sonra da bir mektupta veya bir kö­şede bunu bozuyor ve eserlerinde kullandıkları usulü unutarak «karşılıklı tesir» den bahsediyorlar. Kendi tefsircilerine gelince, iş­lerine geldiği gibi bu sözlerden biri veya ötekini almada tereddüt etmiyorlar.

Tarihî materyalizmin teşekkülüne sanki 19 uncu yüzyıl sonun­da ilimlerin birden gelişmesi sebep olmuş. Engels «Tabiat Dialektiği¨ adlı kitabında bunun için a) Hücrenin keşfi, b) Enerjinin şekil de­ğiştirmesi, c) Darwin’in evrimciliğini ileri sürüyor (1). Halbuki hücrenin keşfini takip eden kalıtım kanunları (Weissmann) Darwin’e ve bütün evrimciliğe indirilen en mühim darbe idi. Kudre­tin şekil değiştirmesi Carnot tarafından yalnız kapalı sistemler için ifade edilmiş, fakat kâinat sonsuz olduğuna göre bu başkalaşımdan doğan entropie’nin mahiyeti tekrar değişmiştir. Enerjinin şekil değiştir mesi bize ancak aksedilebilen (réversible) olaylar gösterir ki bun­larla evrimin bir münasebeti yoktur. Géologie, paléontologie’nin kurulması, yeryüzünün geçirdiği cansız ve canlı devirlerin araştırmayı evrim fikrine bir hazırlık teşkil edebilir. Fakat bütün bunların dialetikle ilgisi ne olduğu anlaşılamıyor.

Tabiatın kat’î veya yaklaşık kanunları içinde tek tek olaylara ait şart değişmeleri neticesinde bazı değişikliklerin olduğu görülmek­tedir. Bu değişmeler yeni bünyeler meydana çıkararak onların yeni sabit münasebetler yarattığı da olmuştur. Fakat tabiat ilimlerinin tet­kik konusunu teşkil eden bu şekil değiştirmelerin çelişme mantığı ile ilgisi yoktur. Bu nevi değişmelerde başlıca şu etken­leri görüyoruz:

a.   Unsurların birikmesi: Fizik tabiriyle fréquence dediğimiz bu olay yeni şekiller meydana çıkarabilir. Bunları s t a t i s t i k vasıtasıyla ve ihtimalî bir belirlenmişlikle tetkik edebiliriz. Beşerî olay­larda bu türlü tetkikler démographie adını alır.

b.   Karşılıklı tesirler: Tabiat hâdiseleri yeni bünyeler halini al­dıkları zaman çevrelerinden ayrılırlar, çevreleriyle aralarında etki ve tepki şeklinde yeni münasebetler meydana çıkar. Bu türlü müna­sebetler bilhassa bitki, hayvan ve insan gibi canlılar âlemine ait, bünyelerle çevreleri arasında doğduğu için biologisteler bu karşılıklı tesirlerin araştırılmasına önem veriyorlar.

c.   Tabiat kanunları ya astronomi ve mekanikte olduğu gibi aksedilebilir, yahut thermodynamique de olduğu gibi aksedilemez

(1) Engels. Dialectique de la Nature (Fr. tercüm. 1955, Paris).



-20-

(irréversible) münasebetleri ifade ederler. Bu İkincilerin bütün ta­biat olaylarını ihtiva ettiğini iddia edecek durumda değiliz. Eddington bu türlü tabiat olaylarında evrimsel zaruretin bulunduğundan bahsediyor. Bunların kapsamını şimdiden kestirmek mümkün değilse de, bu olaylar çelişme mantığı ile değil ancak «ihtimaliyet hesabı» ile ilgili olabilir.

d. Tabiatta yüksek realitelere doğru çıkıldıkça unsurlar ara­sında farkların arttığı, ferdiyetlerin ortaya çıktığına şahit oluyo­ruz. Aynı türden bütün fizik olaylar birbirine benziyorlar. Fakat bit­kiler arasında belirli farklar meydana çıkıyor. Hayvanlar âleminden insana doğru yükseldikçe bu farklar daha barizleşiyor. İnsanlarda ferdiyetler indirgenemez çok esaslı bir mahiyet alıyor. Bu farklar biz­zat fertler arasında olduğu gibi, ırklar, kavimler, milletler arasında da görülüyor. İnsanlık tarihi bu farklar yüzünden ferdiyetlerin tarihi halini almış ve bu hal evrimin mühim bir etkeni olmuştur.

e. Yüksek realitelerde bilinç kuvvetlendikçe gayelere göre ha­reket etme imkânları doğuyor. İnsanda bu, özgürlük ve irade dere­cesine yükseliyor. Bu suretle insan mekanik bir âlet olmaktan çıkı­yor; geleceğini tasavvur ediyor, kendine plân ve proje çiziyor, toplum olarak idealler koyuyor, bu idealleri için savaşıyor, sosyal bilincin kesifliği nisbetinde ideal mücadeleleri başlıca evrim etkeni olu­yorlar.

Görülüyor ki tabiat ve insan ilimlerinin ve felsefenin tesbit et­tiği bu gelişme etkenleri zaten insanlığın çeşitli alanlarındaki objek­tif tetkiklerin temelini teşkil etmektedir. Bunların çelişme mantığı ile ilgisi yoktur ve bütün bu araştırmalarda «çelişmeler», «tezadlar», «sınıf mücadeleleri» nin kökünü bulmaya çalışmak boşuna gayrettir.

f. Tarihî materyalistler az bilgi ile de çabuk netice ve ahkâm çıkarmayı sistemlerine çok uygun bulurlar. Çünkü (onlara göre) ha­kikat action içindir; fikri hemen pratik haline getirmek gerekir, il­min gösterdiği bitmez tükenmez sabır onlara göre lüzumsuz vakit geçirmektir. Bitkiler, hayvanlar ilmi gibi tabiat ilimleri 2500 yıldan beri ağır bir gelişme halindedir. Bu bilgi alanında hiç kimse yeni baştan ilim kurmak iddiasında değildir. Ancak yeni malzeme ile eski sınıflamaları düzeltmeye kalkanlar, somut bilgiye yenilerini katan­lar görülüyor. Halbuki tarihî materyalistlerde ilmi ilerletmek değil, yalnızca toplumu altüst etmek arzusu hâkim olduğu için, bu iddia onları her türlü sabırlı ve alçak gönüllü tetkik, araştırma yükünden kurtarmaktadır. Vaktiyle yapılmış, yarım yamalak bir araştırmayı bütün olaylara yaymadan, Avrupanın bir kısmında yapılmış gözlemleri bü­-


-21-

tün medeniyetlere acele yaymadan, her yerde aynı şematik iza­hın hâkim olduğunu iddiadan çekinmemektedirler.

Konuları madde, hayat veya toplum her ne olursa olsun tabiat alanında türlü ilimle karşılaşıyoruz. Birisi doğrudan doğruya kav­ranması mümkün basit ve aynı cinsten (homogène) olaylarla meş­gul olan ilimlerdir ki bu olaylardan bir miktarının araştırmayı ile aynı cinsten olan bütün olaylar hakkında hüküm vermek mümkündür. Meselâ mekanik astronomi ve fizik gibi. Ses veya elektrik olayların­dan sınırlı bir miktarının gözlenmesi bütün ses ve elektrik olayla­rına yayılacak bazı kanunların bulunması için kâfi gelir. S. Mill’in bahsettiği mânada tümevarım kuralları ve sebeplik münasebetleri bu türlü olaylara uygulanabilir. Fakat başka bir kısım ilimlerin ise basit ve aynı cinsten olayları yoktur. Konuları birbirinden çok farklı ve ferdi olan objelerdir. Bu objeleri teker teker tetkik etme­dikçe aralarında birleşik vasıflar bulunamaz. Ve bu vasıflar vasıtasıyla sınıflanmalara yükselmedikçe bu objelerde geçen ayrı cinsten (hétérogène) hâdiseleri meydana çıkarmak, onların statistik toplumlarına ulaşmak mümkün olmaz. Bu konularda kanun araştırması çok sonra gelir ve bütün bu safhaların geçilmesini beklemek lâzımdır Bunlar kozmoğrafya, geologi, bitkiler ve hayvanlar ilmi gibi ilimlerdir ki kendi sınıflamalarını ve morfolojilerini yapmadıkça ve basit olaylı ilimlerin yardımından faydalanmadıkça izah safhasına geçmezler.

Beşerî olaylar bu ikinci nevidendir. Onlarda da kişisel ve heterojen bünyelerin morfolojik araştırmayı ve sınıflanması ile işe başlamak zaruridir. Bu olaylarda herhangi bir kanun araştırması bütün bu safhaların tamamlanmış olmasına bağlıdır. Aksi takdirde bu olayla­rın bazı manzaralarına aldanarak verilen hükümler tamamen yanıl­tıcı olur. Stanley Jevons güneş lekelerinin işçi buhranlarına sebep olduğunu zannetmiş ve bu sebeplik münasebetini yayarak İktisadî buhranlara ait yanlış bir kanun araştırmasına kalkmıştı. Bu olaylar­da mekanik kanunlarından geçer olduğunu zanneden sosyologların hatası da bundan aşağı değildir. Tarihî materyalistler sosyal bir­liklerin, gruplerin somutluğu ve hétérogène’ligini görmeyerek i k­t i s a d î manzaraları üzerinde durmuşlar, orada tesbit ettiklerini zannettikleri bazı münasebetleri bütün toplumlara, hattâ toplumların bütün tarihine yaymak hatasına kapılmışlardır. Onları bu aşırı hatalı görüşe götüren, Darwin zamanından beri «evrim» varsayımının biyolojik ilimlerden sosyal ilimlere doğru yayılması olmuştur. Oysa ki asıl mühim nokta bu varsayımın ne dereceye kadar isabetli olduğunu soruşturmaktı. Hiçbir esaslı ilmî veri (donné) bu varsayımı bir kanun veya postüla haline koymaya elverişli değildir. Geo­logie ve Paléontologie alanında yeryüzünün veya türlerin, şekil de-


-22-

piştirmesine ait bilgimiz hiçbir zaman bir kanun halinde ifade edilmemiştir (1).

E.              — Materyalist gözünde süje (sujet), veya insanın manevi ve şahsî varlığı obje ve maddeye indirgenmiştir. İlim adamı da süjeye ait herşeyi objektif bir tarzda tetkik eder. Meselâ psikolog bir duyguyu, bir düşünceyi objektif olarak inceler. Bir sos­yolog bir sosyal kanaati, bir değeri objektif tarzda tetkike çalışır. Fakat onlar bu olayların mahiyetini bozmaz, onları maddî âleme indirgemeye çalışmazlar. Halbuki materyalizmde sanki «suje» ler hazfedilmiş ve onların araştırmaktan vazgeçilmiştir. Bu türlü olayların köklerini maddî olduğunu söylemek yetiyormuş gibi hemen onların türsel (spécifique) mahiyetlerini incelemeden vazgeçilir.

1.              Maddî diyalektikçi, incelemesinde, bir yandan rationaliste olmak iddiasındadır. Herşeyi aklıyla açıklamaya kalkışır. Kendisinin bü­tün âlemi ve tarihi aydınlatan bir «mantık» a sahip olduğuna inanmışdır. Halbuki onun metodu bizzat aklın prensiplerine boş bir isyan­dan ibarettir. Yukarıda gördüğümüz gibi «diyalektik mantık» ne akıl prensipleriyle, ne formel mantıkla, ne modern lojistikle, ne matema­tik ilimlerle uyuşabilir. Maddî diyalektikçi bu zordan sıyrılmak için kendisinin dinamik düşünce kanunlarına dayandı­ğını iddia eder. Fakat eğer düşünce dinamik ise onun şekil değiştir­mesinin kanunlarının sabit olması gerekir. Nitekim «üç hal kanunu» gibi dinamik kanundan bahsedenler fizikteki dinamik ka­nun fikrine başvurmaktadırlar. Halbuki diyalektik in hareket noktası çelişme yâni mantık yokluğudur. Tarihi materyalistlerden mühim bir kısmı Fransa’da Pensée adlı dergilerinde bu rasyonalist görüşü savunmaktadırlar.

2.              Öte yandan yine aynı akım tamamen tersine hareket et­mekte ve rationnel görüşten en uzak olan ilkel (rudimentaire) ve karanlık realitelerden hareket etmektedir. Çünkü ruhu hayatla, ha­yatı madde ile şartlandırmakta maddeye yüklediği belirsiz ilim dışı (extra - scientifique) vasıflara dayanmaktadır. Ruhî hayatın kökle­rinde içgüdülerin rolünü ararken aynı belirsizliğe düşmektedir. Bu araş­tırma tarzı maddeciliği garip bir irrationalisme’e doğru götürmekte­dir. Sanatın başlangıcı, manevî değerlerin kökü probleminde içgüdülere dayanması bu akımla bergsonisme arasında, prensip bakımından tevili imkânsız, bir benzerlik doğurmaktadır. Descartes’in açık ve seçik fikirlerden hareket eden metoduna zıd olan materyalizmin bu tetkik yolu, tersine en bulanık ve en karanlıktan hareket ederek

(1) Çünkü bunlar bir defa vukua gelmiş, tekrarlanmayan bundan dolayı da «tarihî» olaylardır.




-23-

onun ilim dışı ve esrarlı vasıflarıyla asıl açıklığın ve seçikliğin bu­lunduğu bilinç alanına doğru yükselmektedir. birleşiğin ba­sitle izahı prensibi yanlış tefsir edilmiş ve açıklığın karanlıkla izahı şeklini almıştır.

1.                Aynı meslek madde unsurlarının bir araya gelmesi suretiyle birleşik cisimlerin, halitaların (birden çok ögeden oluşmuş karmaşık  bütün) ve yüksek maddî birleşimlerin doğduğunu iddia eden mécanisme (mekanizm)'in yanlış saydığı görüşünden kendini kurtarabilmek için bizzat madde alanında parça ve bütün münasebeti, bir nevi organique sistem aramaktadır. Fakat madde­den hareket eden bir meslek için organicisme fikri çelişiktir. Çünkü madde nasıl olur da hayat gibi kendisinden yüksek bir realitenin vasıflarına sahip bulunur? O zaman bizzat maddeyi hayat saymak ve vitalist bir metafizik kabul etmek daha makul değil midir?

Tarihî maddeciler maddî âlemin bir unsurlar toplamı değil, bir bütünlük (totalité) olduğunu söylerler. Eğer bununla maddi âlemin kanunları toplamından bir bütün teşkil ettiğini kastederlerse bu doğrudur, fakat o zaman hemen hatırlamak gerekir ki bu kanun­lar son tahlilde mécanisme (mekanizm) universel’e ulaşır; ve —∞ dan +∞ a kadar geçerdiler. Eğer maddî âlemin parçalarından ibaret bir bütün olduğunu, yâni gayenin vasıtaları tayin ettiği gibi bütün’ün de parçaları tayin ettiğini, hasılı parçalar arasında tam bir intégration olduğunu kastederlerse o zaman maddî âlemde gaye sebep (cause finale) aramaları gerekir ki, bu da kendi sistemleriyle çelişiktir.

Mekanizmden ve vitalizmden aynı derecede ürken bu meslek, maddenin hareketli olduğunu, hareketin ona dışından veril­mediğini, sanki hayat ve ruh gibi spontané bir kudrete sahip oldu­ğunu iddia etmektedir. Halbuki bu iddia eski fiziğin olduğu kadar yeni fiziğin ulaştığı neticelere de aykırıdır. Dalgalar mekaniği ve quanta’lar mekaniği gibi mikro fizik alanını iki yeni dalı teyid et­mektedir ki maddenin esaslı vasfı atalet (inértie) dir. Maddî hareketi dışından alır. Tarihî materyalistlerin bazen kullandıkları auto  dynamique tabiri İlmî değildir (1). Eğer cansız âlemde orga­nik bünyeye benzeyen bazı şekiller meselâ billûrlaşmalar varsa bu hal madde âleminde kanunî bir istikrar olduğunu göstermektedir. Madde kanunları hayat kanunlarından farklıdır. Bu tarzda istikrarlı tabiat mertebelerinin varlığı ise, materyalistlerin id­dia ettikleri «diyalektik devrim» fikriyle tam çelişme halindedir.
2.                                 Alemlerin başlangıcı problemi

F. — Alemlerin başlangıcı problemi: İstisnasız olarak ilk apotrları







-24-



tarafından ileri sürülen dört prensipten yâni 
1) âlemin bütünlüğü.
2) evrim, 
3) çelişme, 
4) nicelikten niteliğe geçiş 
prensiplerinden hareket eden tarihi materyalistler türlü ilimleri kendilerine daya­nak diye kullanmaya çalışmakta yahut bu ilimlerin varsayımsal yönlerin­den faydalanarak onları avlamaya çalışmaktadırlar. Bu akıl yürütme tarzı tarihî materyalizmin yalnızca bir doktrin değil, geniş anlamıyla bir ilim felsefesi olduğunu, hattâ bütün ilimlere ve İlmî görüşe dayandığını ispat maksadıyla tutulmuştur. Fakat bu alandaki yayınlara göz atılacak olursa, onlarda «en ciddî» lerinin bile bir catechisme manzarası gösterdiği ve belirli siyasî dâvalarında kul­landıkları basit tactique’i hemen bu ilimlere de uygulamaya kalktıkları görülecektir.

ilk defa astronomi ve geologie (jeoloji) gibi âlemin başlangıcı ile uğraşan ilimleri ele geçirmeye kalkmışlardır. Engels, «Tabiat diyalektiği» adlı kitabında Kant ve Laplace’in âlemin başlangıcı hakkındaki varsayımlarını kendi lehinde delil diye kullanmak istiyor. Halbuki bunlar ka­nun değil, varsayım olduğu gibi, Laplace, «Âlem sistemi» adlı kita­bında bütün değişmeleri ihtimaliyet metoduyla değişmez kanunlara bağlamanın mümkün olduğunu, bunların da ideal olarak diferansi­yel kanunlar olacağını söylüyor.
Yakın zamanlarda Paul Laberenne «Âlemlerin başlangıcı» adlı kitabında İlmî ve tarafsız görünen bir ifade ile aynı tezi müdafa et­ti (1). Yazar burada bütün eski yarı dinî yarı metafizik kozmogoni­lerin (evrenin kökeni ile ilgili teorilerin) eleştirmesini yaptıktan sonra bugünkü İlmî görüşün kendi te­zini teyid ettiği sonucuna varıyor. Eserin büyük bir kısmının varsayımların tahliline ve İlmî keşiflerin izahına ayrılması, ya­zarın tarafsız olduğu kanaatini uyandırıyor, fakat yazar daha ilk satırlarında 1932 den beri «din aleyhinde ve proletarya için müca­dele» ettiğini söyleyerek tarafsızlığını tamamen ortadan kaldırmak­tadır.

Yazar cosmogonie’ye ait bütün fikirlerin tenkidini yapmak su­retiyle, basit diyalektikçilerin taktik yanlışından kendini kurtarmış görünüyor. Eski teorilerin yetmezliklerini göstermekle, onlardaki metafizik kalıntıları ayıklamakla, hayatın başlangıcı hakkındaki ilimle uzlaşması imkânsız garip varsayımları meydana çıkarmakla “Âlemin başlangıcı” sorusunu asla kendi lehine halletmiş olamaz. Okuyucunun ürktüğü dogmatik ifadeden kurtulması yazarın istediği sonuca ulaş­-

    (1)     Bu eğer spontané mânasına gelirse bunu materialisme ile uzlaştırmak mümkün değildir. Fizikte autodyna­mique ise ilimle telif edilemez.
   (1)        Paul Labérenne, L’origine des mondes 1936, Paris.



-25-

ması için hiç bir zaman yetemez. Labérenne bu teorileri «ge­rici» ve «ileri» diye sınıflandırıyor. Bizzat bu tabirler bile onun İlmî bir yolda yürümediğini gösterir.

«19 uncu asırda liberal burjuvazinin zaferi - ona göre - ilimde bu gerici fikirlerin canlanmasına sebep olmuştur » Fizik ve astronomi alanındaki ilmi araştırmaların bu kadar dar ve yanlış bir göz­lükle araştırmaktan nasıl İlmî bir sonuç doğabilir? Meşhur Mayer son derece dindar bir adamdı, fakat keşfinin théologie (dinbilim) ile hiçbir ilgisi yoktu. Buna karşı hür düşünceli diye tanınan Carnot’nun keşifleri spiritüalistler (ruhçular) (1) için delil diye kullanılmıştır. Newton, genel çekim kanununu ifade ettiği «Âlem sistemi» ne mekânı, zamanı ve maddeyi yaratan Allahla başladığı halde bu eser relativisteler (göreciler), hatta athée’lerin (ateistlerin) elinde çok defa delil diye kullanılmıştır. Halbuki Laplac» aynı isimdeki eserinde hiçbir zaman dinî kavramlara başvurmamış olduğu halde, bu eser yaradış fikrini savunan birçok çağdaş yazarın temellerinden biri olmuştur. Hayatın kâinata başka gezegenden mi geldiği, yoksa daha ilkel varlıkların evriminden mi doğduğu hakkındaki tartışma da yazarın başvurduğu hileli bir yoldur. Âlem­lerin çokluğu nu veya varlıkların birbirine indirgenemeyeceğini kabul etmek için, bu eserde zikredildiği tarzda phantastique (fantastik) varsayımlara başvurmaya lüzum yoktur. Lénine, «Materyalizm ve Empirio Kritisizm» adlı kitabında idealizme hücum için âlemin insandan önce var olduğu hakkındaki géologie (jeoloji) ve paléontologie (paleontoloji) delillerine başvuruyor. Fakat bu deliller hiçbir zaman tarihî materyalizm lehine kanıt diye gösterilemez. Çünkü insandan önce başka canlıların veya maddenin var olması insanın bu varlık derecelerinden doğdu­ğunu, onların yüksek bir görünüşü olduğunu göstermez. Bu basit iddia mécanisme (mekanizm) universel varsayımına dayanan bütün evrimciler tarafından (2) zaten ileri sürülmekte idi. İnsanın yeryüzünde mey­dana çıkması için belirli bazı fizik ve coğrafi şartların doğması ge­rektiğini ve bu bakımdan onun başka bir kısım hayvan türlerinden daha sonra teşekkül ettiğini kabul etmek başka şeydir; bu hayvan­larla insan türü arasında zaman bakımından bir öncelik - sonralık bulunmasından faydalanarak insanın doğrudan doğruya onlardan geldiğini söylemek büsbütün başka bir şeydir.

Bu fikir - pekiyi bilinir ki - ilk önce açık olarak Darwin tara-

(1) J. Chevalier, L’habitude, 1931, Boivin, Paris.
(2) H. Spencer’in evrimciliği bunların başında gelir. Fakat sosyologlardan büyük bir kısmında (Novicov, Cornejo, Gumploviti v.s..) aynı fikrin izleri görülür.








-26-

fından «insanın başlangıcı» (1) adlı kitabında savunulmuştur. Materya­listler insanın maymundan geldiği hakkındaki bu varsayımı kendilerine daima temel diye kullandılar bu sayede bütün manevî hayatı ve değerleri maddî köklere indirgeyerek en kuvvetli delili bulduklarını zannettiler. Darwin teorisi bu asrın ilk yıllarına kadar biyoloji hattâ felsefe alanında rakipsiz hüküm sürdü. Onun en çok tesiri altında kalan filozoflar arasında bilhassa Nietzsche ve tarihî materya­lizm oldu. Fakat ne gariptir ki, Darwin varsayımı ilk defa Tanrının varlığını ispat etmek için türlerin seçkinleşmesini ve yetkine doğru gidişini delil diye kullanan rahip Lyel tarafından ileri sürülmüştü. Malthus aynı fikri nüfus çoğalması olayını izah için ileri sürmüştü(2).

Darwin bu ilk fikirlerden ayrılarak onu sırf natüralizm lehinde kullanmıştı. Fakat bu teori asrımızın başından beri birçok daya­nışlarla ve itirazlarla karşılaştı. Her şeyden önce hücre üzerindeki çalışmalarda Naegeli ve Weismann kazanılmış vasıfların kalıtımla nesillere geçmediğini gösterdiler. Eğer bu böyle ise sonradan kaza­nılan vasıfların evrimle hiçbir ilgisi yoktur ve ferdde kalmaya mahkûmdur. Mutation (mutasyon) araştırmaları birden değişmelerin ırk karış­malarından doğduğunu ve asıl evrimin dıştan gelen tesirlerle de­ğil, tersine hücrenin iç bünyesindeki değişikliklerle ilgisi olduğunu gösterdi (3). Lora, türlerin coğrafî bölgelere göre ortaya çıktığına ait birçok kanıtlar ileri sürdü. Cuenot, bu birden değişmeler yüzün­den meydana çıkan türlerin vasıflarını tetkik etti. Bu ortaya çıkışlarda mekanizmin asla geçerli olmadığını gösterdi (4). Vialleton, türlerin başlangıcını tetkik ederken Darwin varsayımındaki sakatlıkları meyda­na çıkardı:      Türlerde şekil ile organizasyonu ayırmanın zarurî olduğunu, değişmelerin yalnız şekilde yâni yüzde kaldığını ve asıl türleri meydana getiren organizasyonlara nüfuz et­mediğini anlattı (5). Caullery, evrim problemi etrafında ileri sürülen bütün varsayımları gözden geçirdikten sonra, bunların nasıl birbirleriyle çeliştiğini, Darwin varsayımının bugün artık değerini he­men tamamen kaybetmiş ve büyük bir kısmı bakımından tarihe ka­rışmış olduğunu gösterdi (4).

(1)        Ch. 'Darwin, La descendance de l’homme, trad. fr. Schlelcher, Paris.
(2) Maltus, Les lois de la population, trad. fr. Paris.
(3) Albert Vandel, L’homme et l’évolution, Gallimard, 1949. Dr. G. Simpson, Rythmes et modalités de l’évolution, 1950.
(4)        Cuénot, Invention et finalité en biologie. 1941.
(5)        Vialleton, L’origine des espèces animales, 1932.
(6)        Caullery, Le problème de l’évolution, 1931.



-27-

Gehlen, van Bolk gibi birçok yeni biyolojistler insanla maymun arasında kurulmaya çalışılan bağlantının doğrudan doğruya yanlış­lığını ispat edecek birçok yeni kanıtlar ileri sürmektedirler. Bunla­ra göre insan maymundaki biyolojik vasıfların daha ilerlemişlerine sahip bir tür değildir. Tersine, insanda birçok biyolojik va­sıflar ortadan kalkmıştır. Doğrusu şudur ki, insan eğer hayvan türleri arasında tetkik edilecekse maymundan farklı başka bir tür teş­kil etmektedir. Onun en mühim vasfı çevreye uyumsuz bir varlık olmasıdır. İnsan başka hayvanlar gibi çevreye ça­buk uyum sağlayamaz. İçine katlanır ve çevreye mukavemet eden bir iç dünyası meydana getirir. İnsanla maymun arasındaki mahiyet farkına ait bu tetkikler her türlü felsefî görüşten önce bi­yolojik araştırmalardan ve gözlemlerden kuvvet almaktadır (1).

Tarihî materyalizm son yayınlarında evrim varsayımının ge­çirdiği bu sarsıntıyı hiçbir zaman hesaba katamamıştır. Ancak Naville ve Lefèvbre gibi yeni bazı yazarlar insanın başlangıcı ve evrim hakkındaki başlıca temellerinden birinin yıkılmasından korkarak bunu mutation (âni değişmeler) fikrine dayandırmaya çalışıyor­lar. Fakat mutation’u dış şartların ağır ağır değişmelerinden doğan devrimli bir sonuç gibi tefsir etmek istiyorlar. Halbuki mutation’un böyle bir tefsirle ilgisi yoktur. O ya ayrı vasıftaki hücre­lerin birleşmesinden doğan âni bir karakter değişmesidir; yahut hücrenin iç bünyesindeki esaslı bir değişmenin sonucudur. Birin­cisi métis (melez) olaylarını izah eder. İkincisi ise tarihî materya­lizmin esaslı kanıtı olan evrimden devrime geçişi, yahut çevre te­siri fikrini çürütür (2).



(1) Arnold Gehlen, Der Mensch, und seine Stellung in der .Welt; Anthropologie.
 Van Bolk, Das Problem der Menschenwerdung, Jena. 1926.
(2) P. Naville, Psychologie, marxisme, matérialisme, 1946.








H.Z.ÜLKEN- Tarihi Maddeciliğe Reddiye

İstanbul Kitabevi Yay.22 Felsefe serisi I 1963
       s.8-34




------------------------------------------------------------------------------------------------------------






Bazı noktalar  hakkındaki görüşümü naçizane bildirmek istiyorum. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Niyetim tarihi materyalizmi ya da diyalektik yöntemi savunmak kesinlikle değildir. Burada yazdıklarım materyalizmin özüyle değil onun “tarihi” yani diyalektik yöntemi ile ilgilidir. Zaten materyalizmin çıkmazlarını Ülken hocam açıkça göstermiştir. Ayrıca değerli hocamın varsa bir yanlışını bulmak veya düzeltmek haddime de değildir. Yazılanlar sadece kendi yorumumdur. 

Söylemek istediğim basitçe şudur:

Ülken hocamın diyalektik yöntemi “kapı dışarı” ederken kullandığı argümanların “yokedici” olmadığına ilişkin düşüncelerimdir.   Fakat değerli hocamın itirazının kanaatimce “ilzam” etmekten ziyade “ikna” edici olduğunu göstermektir.

Değerli hocam Tarihi Materyalizmin “Tarihi” kısmını yani –oluş anlamındaki- diyalektiği eleştirirken bu düşünceyi ilk ortaya atan Herakleitos’a geri dönüyor. Onun  “herşeyin aktığı” yönündeki fikrinin savunulamaz bir düşünce olduğunu ileri sürüyor (s 11).

Bu konudaki temel argümanı “değişmenin olabilmesi için değişmeyen bir şeyin bulunması lazımdır” ifadesidir (s 11).

Bunu destekleyen düşünce olarak  “Değişme ancak değişme­yen bir dayanakla kaimdir. Her şey değiştiği takdirde hiç bir şey yok demektir; o zaman değişme de tesbit edilemez. Oluş ancak Varlık’ın bir tavrı bir hali olabilir. Var olan şey bir halden başka bir hale geçebilir. Fakat bu değişme yalnız Varlıkla kaimdir.” İfadesini öne sürüyor. Aslında itirazının merkez kuvvetinde temel mantık ilkeleri vardır. Diyalektiğin klasik mantık ilkeleriyle açıklanamazlığı..

Nitekim yine sayfa 11’de şöyle söylüyor: “Zihinde çelişikler birleştirilemez. Bir şey ya vardır, ya yoktur. Bir şey olmuyor demek yoktur demenin aynıdır.”

Bu itiraz bence çok sağlıklı değildir. En azından yine mantık ilkeleri çerçevesinde..  

Evet, her şey değiştiği takdirde hiçbir şey yok demektir. Fakat bizim değişmenin farkında, bilincinde olmamız onu “tespit” etmiş olmamız , “oluş”un, varlığın bir hali ya da bir tavrı olduğunun kesin delili midir?

Meseleye şöyle bakabilir miyiz: Bir şeyin kuruyken yaş olması bir çelişme  midir yoksa bir halden başka bir hale geçiş mi? İşte kritik nokta burasıdır. Hatta soru şu şekillere bile sokulabilir: Bir halden başka bir hale geçiş çelişme midir? Veya çelişmenin olmasından dolayı mı varlık bir halden başka bir hale geçer?

Şimdi burdaki sorun formel mantığın apriori ya da aposteriori olup olmaması değildir. Apriori olmaklığından hareketle elde edilebilecek bir sorundur.Birileri bu sorulara her iki yönlü de yaklaşabilir.(Yaklaşmıştır da zaten) O zaman mesele “yorum farkına” döner. Hermeneutik devreye girer.

Ayrıca “Bir şey olmuyor demek yoktur demenin aynıdır.” Demek te bana göre yanlıştır. Tersine, olan, olup biten şeyler değişimle, oluşla ilgilidir. Hiç bir şeyin olmaması, oluşun olmadığı anlamına gelir ki buna yokluk denemez. Tersine felsefe tarihinde gerçek varlığın oluştan muaf olduğu üzerinde durulmuştur. Zaten hocamın şu iki cümlesi birbirleriyle uzlaşmaz, “çelişir”.

“Her şey değiştiği takdirde hiç bir şey yok demektir” (s 11)
Bir şey olmuyor demek yoktur demenin aynıdır.” (s 11)







Yorumlar