Bertrand Russell’ın Mistisizm ve
Mantık kitabı, Felsefeyi bilime yaklaştırmak isteyenlerin ya da bilimsel
felsefe taraftarlarının başucu kitaplarından biridir.
Russell’ın mantıkçı yanı ve filozof
ağırlığı, arınmış bir nesnelliğe olan eğilimi kitabın ilk sayfalarından son
sayfalarına kadar kendini hissettiriyor. Kitap genel olarak mistisizmin mantık
açısından bir eleştirisini ve genel olarak dış dünyanın rasyonel temelde inşasını
ele alıyor.
Kitaba yavaş yavaş giriş yapmadan önce
şunu belirtmeliyim ki, dış dünyanın rasyonel inşası bana mantıksal anlamda
“sağlam” gelmedi. Bunun da ötesinde, Russell’ın “Aklın Bilimsel Tutumu” dediği
ve üzerine titrediği “Ön yargılardan arınma” “Yansız olma” “Öznel duyguları
tümüyle bastırma” “ Bilmek istemenin yararına istekleri bir yana atma” “Var
olanı açık-seçik görebilmeyi başarma” gibi prensipleri, Duyu verilerinin
fiziksel olduğu ispatlanırken, Perspektifler
uzayı ispatlanırken çok dikkate alınmamış görünüyor.
İspatlamalar daha çok “sağduyu” üzerinden ve sürekli bir “tercih edişlerle” yürüyor. Bunları
alıntılara eklediğim yazılarla anlatmaya çalıştım.
Burada şu denebilir- ki Russell satır
aralarında dolaylı yoldan söylüyor zaten- : “Sürekli şüpheci tavır takınarak
felsefe yapılamaz”
Evet ama sağduyu üzerinden yürümekle
de ( Kantçı tabirle intersubjektif alan da denebilir aslında) ve sürekli
tercihler yaparak gönül rahatlığıyla nesnel bir dünya veya determinist bir doğa
inşa edemezsiniz. Buradan felsefi anlamda tutarlı fakat geçerliliği tartışmalı
bir sistem çıkabilir. Bana göre de aynen durum böyle olmuştur.
Ayrıca kitabın beni şaşırtan bir diğer
yönü de Russell’ın sezgiyi, “içgüdünün gelişmiş biçimi” olarak ele almasıdır. Bergson’u,
sezgi kavramı adı altında içgüdüyü metafizik gerçekliğin tek yargıcı durumuna
çıkarmakla suçluyor.(S.22)
Russell’dan dinlersek:
Gizemcinin dünyasının gerçek olup
olmadığı üzerinde hiç bir şey bilmiyorum. Bu dünyayı ne yadsımak istiyorum ne
de onu açığa vuran kavrayışın gerçek bir kavrayış olmadığını bildirmek. Yapmak
istediğim —bilimsel davranış işte burada
gereklidir— en önemli gerçeklerin çoğu, ilk önce, bu araçla (gizemci
kavrayışla) bulunmuş olsa bile sınanmamış
ve desteksiz bir kavrayışın gerçeklik için yetersiz bir teminat olduğunu
göstermektedir.
Yazar:
|
|
Etiketler:
|
|
Sayfa :
|
21
|
İngilizce
metin:
Of
the reality or unreality of the mystic's world I know nothing. I have no wish
to deny it, nor even to declare that the insight which reveals it is not a
genuine insight. What I do wish to maintain—and it is here that the scientific attitude becomes imperative—is
that insight, untested and unsupported, is an insufficient guarantee of truth,
in spite of the fact that much of the most important truth is first suggested
by its means.
Yazar:
|
Russell, Bertrand
|
||
Etiketler:
|
|||
Sayfa :
|
13
|
( Sezginin ne olup ne olmadığı ya da kaç çeşit
sezgi olduğu gibi konuları Russell’ın etraflıca bildiğinden eminim. Emin
olamadığım konu ise neden sezgiyi, içgüdünün gelişmiş bir biçimi olarak
gördüğüdür. Bilimsel tutum lehine böyle bir tutum sergilediğini düşünüyorum.
Ayrıca, eşyanın kesin bilgisine bizi salt sezginin götürdüğünü
söyleyen de vardır, sezginin gerekli fakat tek başına yetersiz olduğunu
söyleyen de.
Örneğin Gazali, inayetle desteklenen sezginin bize eşyanın özünü
verebileceğini söyler.)
Kitabın omurgasını özetleyen bu
paragrafı alıntılayarak giriş yapmak istedim. Zaten Russell’dan da beklenen
böyle bir yaklaşım biçimidir. Temellendirme, Rasyonalite, Tutarlılık,
Sistematik davranış olmadan ne bilimin ne de felsefenin olamayacağı açıktır.
Fakat benim bu kitapta üzerinde durmak istediğim asıl husus Russell’ın “Aklın Bilimsel Tutumu” dediği, kısaca; “Bilmek istemenin yararına, tüm öteki isteklerin bir yana atılması” düşüncesidir. Çünkü Aklın bilimsel tutumu ona göre; “umutlarla korkuların, tutkularla
kinlerin, öznel duygusal yaşantının
tümüyle bastırılmasını içerir”
Şöyle devam eder; “yeter ki sonunda elimizdeki verilere boyun eğelim; önyargılardan arınmış, yansız, olduğunca görmek dışında bir
istekte bulunmaksızın, var olanı, bir takım ilişkilerle, olumlu ya da olumsuz, istediğimiz ya da düşleyebileceğimiz biçimde
saptanması gerekliliği inancından uzak, açık seçik görmesini öğrenelim.”
Bana göre Russell, Aklın Bilimsel
Tutumunu bir filozof duyarlılığıyla önemsemesine karşın önerdiği nesnel yapının
inşasında, karşı çıktığı “istek”lere, “tercih”lere bolca yer vermiştir. Sınanmamış
, desteksiz kavrayışlara karşı çıkarken sınanmamış durumları “varsayarak” tercih etmiştir. Bu tercih edişlerde temellendirme daha çok “sağduyu” üzerinden yürümüştür. Bu tutum bana göre felsefi anlamda “sağlıklı” değildir. Kendi
ifadesiyle eleştirirsek; Aklın Bilimsel Tutumuyla çelişir.
Benim bu kitabı bloğuma taşımamdaki
amacın, yazı ilerledikçe, alıntılara eklediğim fikirlerimden daha iyi
anlaşılacağını umuyorum.
Bertrand Russell, Mistisizm ve Mantık
kitabında bölümler halinde aşağıdaki şu konuları ele alıyor;
I. Bilmenin, akıl ile sezgi diyebileceğimiz, iki yolu mu
vardır? Böyle ise, biri ötekine yeğ tutulabilir mi?
II. Tüm çokluk ile bölünme görüntü müdür?
III. Zaman bir yanılsama mıdır?
IV. iyilik ile kötülükte ne tür bir gerçeklik vardır?
Russell’ın bu konulara I. Konuda bilmenin asıl yolunun akıl olduğunu
ve bunun yeğlenmesi gerektiğini, II. Konuda, tüm çokluk ve bölünmenin görüntü
olmadığını, III. Konuda, zamanın bir yanılsama olmadığını, IV. Konuda ise
evrende insandan bağımsız (tanrısal) iyi ya da kötünün bulunmadığını yalnızca
kendi iyilik veya kötülük kavramlarını uygulayan insanlar, düşünceler
bulunduğunu telkin eder.
Kitabın başında I. Bölümün ilk satırları bence
muazzamdır;
Metafizik ya da düşünme yoluyla evrenin tümünü kavrama
çabası, insanlarda süregiden iki ayrı itkinin birleşmesi ve çatışmasından
oluşmuş ve geliştirilmiştir. Bu iki ayrı itkinin birisi insanları gizemciliğe
iter, öteki bilime. (S.5)
Russell’ın, felsefede bilimsel yöntem izlenmesi gerektiği
düşüncesi, Mistisizm ve Mantık kitabının ağırlık merkezini oluşturur.
Gizemci anlayış, gizem perdesinin
kalktığı, gizli bilgeliğin, birden, kuşkunun ötesinde bir kesinlik kazandığı
duygusu ile başlar. Gizliliğin açığa vurulması ve kesinlik duygusu belirli bir
inançtan önce gelir. Gizemcilerin ulaştıkları belirli inançlar, anlayış anında
yaşanan sözsüz deneyler üzerinde düşünmenin sonucudurlar. Çoğunluk, bu an ile
gerçek ilintisi olmayan inançlar, giderek ana çekirdeğin çekiciliğine
kapılırlar; böylece de, tüm gizemcilerce paylaşılan kanıların yanında, daha
yörel ve daha geçici nitelikte kanılarla karşılaşırız. Öznel kesinlikleri
nedeniyle temelde gizemci kanılarla karışıp, birleşirler bunlar kuşkusuz.
Biz, böylesine temelsiz gelişmeleri
önemsemeyip, kendimizi tüm gizemcilerin paylaştığı inançlarla
sınırlayabiliriz……………………………………………… Bu
soruların dördünde de, tümüyle gelişmiş gizemcilik bana yanlış da gelse, başka
türlü elde edilemeyecek, gizemci duyuşlarda öğrenilmesi gerekli bilgelik
unsurunun bulunduğu kanısındayım. Gerçek bu ise, gizemcilik dünyaya ilişkin
bir inanç diye değil bir yaşam görüşü diye salık
verilebilir. (S.16-19)
SEZGİ
İÇGÜDÜNÜN GELİŞMİŞ BİR BİÇİMİDİR
Bir tavuğu yavru ördek sürüsü arasına,
kuşkusuz, sezgi götürür, yoksa ördekleri analitik yöntemle tanımak amacı değil;
ancak, ördekler suya girdiklerinde, sezginin yanılsaması ortaya çıkar ve tavuk
kıyıda kalakalır. Gerçekte sezgi,
içgüdünün bir yönü, gelişmiş bir biçimidir; tüm içgüdüler gibi de sözünü
ettiğimiz hayvanınki gibi alışkanlıkları biçimlendiren alışılmış çevrelerde
hoşa gider; çevreler, alışılagelmemiş eylem
biçimi gerektirecek bir duruma dönüşür dönüşmez, tümüyle yetersiz kalır.
(S.28)
DOĞAYA
NASIL BAKMALIYIZ?
Doğa’nın kitabını da tümüyle görüntü
olduğu kanısıyla okumak, onu anlamaya götürmez bizi. Mantığımız sıradan dünyayı
kolay anlaşılır bulmak istiyorsa, karşı tutum almamalı, onu genellikle,
metafizikçilerde bulunmayan bir iyi karşılayışla ele almalıdır. (S.33-34)
BİLİMSEL
TUTUM
Bilimsel tutum bir aktarma olayı,
dışardan edinilen bilgi değildir; tıpkı davranışların bir görgü kitabı olayı
olmadığı gibi. Aklın bilimsel tutumu,
bilmek istemenin yararına, tüm öteki isteklerin
bir yana atılmasını gerektirir - umutlarla korkuların, tutkularla kinlerin,
öznel duygusal yaşantının tümüyle
bastırılmasını içerir, yeter ki
sonunda elimizdeki verilere boyun eğelim; önyargılardan arınmış, yansız,
olduğunca görmek dışında bir istekte bulunmaksızın, var olanı, bir takım
ilişkilerle, olumlu ya da olumsuz,
istediğimiz ya da düşleyebileceğimiz biçimde saptanması gerekliliği inancından
uzak, açık seçik görmesini öğrenelim.
(S.68)
DUYU-VERİLERİ FİZİKSELDİR
Bu sorunu tartışmadan önce, “akli” ile
“fiziksel” terimlerinin kullanıldıkları anlamların tanımlanması gerekir.
“Fiziksel” kelimesi, en ilkel tartışmalarda, “fiziğin ilgilendiği” anlamında
alınmalıdır. Fizik bize, açıkça bilindiği gibi, gerçek dünyanın ögeleri olan
bileşenleri (constituents) üzerine bir şeyler söyler;
bu
bileşenlerin ne olduğu kesinlikle bilinmeyebilir, ancak, nitelikleri ne olursa
olsun, bunlara fiziksel denilecektir yine de.
“Akli” teriminin tanımı daha güçtür;
bu konuda bir tanıma birçok ayrılıklar tartışılıp, karara bağlandıktan sonra
varılabilir. Bundan ötürü şimdilik bu ayrılıklara dogmatik bir karşılık
varsaymakla yetinmeliyim. Bir tikel’e (particular), bir şeyin bilincine
vardığında‘akli’ diyeceğim; bu olguyu da akli bir tikeli bir öge olarak
içerdiğinde, “akli” sayacağım. Birbirlerini aştıklarını varsaymak için bir
neden göremesem de, akli ile fizikselin karşılıklı birbirlerini dışarıda
bırakmalarının gerekmediği anlaşılacaktır.
Bizim “akli” konusundaki tanımımızın
doğruluğuna ilişkin kuşku, bugünkü tartışmamızda pek önemli değildir. Çünkü,
burada beni ilgilendiren, duyu verilerinin fiziksel olduklarını göstermektir;
ardından gelecek, akli olup olmadıklarını sorununa bu incelememizde kayıtsız
kalabiliriz. Mach, James ve “yeni gerçekçiler” in, akli ile fiziksel arasındaki
ayırımın salt bir düzenleme sorunu olduğu görüşlerine katılmasam bile,
söyleyeceklerim yine de öğretilerine uygun düşecek ve aynı sonuca onların görüş
açısından da ulaşılabilecektir.
Duyu -verileri üzerine tartışmalarda
iki sorun genellikle birbirine karıştırılır; şöyle ki:
1. Duyulur nesneler, varlıklarından
duyarlı olmadığımızda da süregiderler mi? Başka bir deyişle, belirli bir
zamanda veri olan duyulurlar ( sensisilia ) , kimi kez, veri olmadıklarında
da var olmakta süregiderler mi?
2. Duyu -verileri akli mi yoksa
fiziksel midir?
Duyu-verilerinin
fiziksel olduğunu savunmayı, öte yandan da, veri olmadıklarında değişmez olarak
süregitmediklerini göstermeyi öneriyorum.
( Bu cümle nesnel doğanın inşası
fikrinin yapıtaşıdır.)
Süregitmedikleri görüşünün, çoğunluk -bence
yanlıştır-, onların ‘akli’ olduklarını içerdiği sanılır; kanımca da bu, şimdiki
sorunumuzla ilgili karışıklığın kaynağıdır. Kimi kişilerin düşündüğü gibi, eğer
duyu-verilerinin, veri olmaktan çıktıktan sonra da süregitmelerinde, mantıksal
bir olanaksızlık varsa bu, kesinlikle ‘akli’ olduklarını göstermeye yönelir;
yok eğer, benim dediğim gibi, veri (data) olmadıklarında süregitmezlikleri, ampirik yollarla saptanmış nedensel
(causal) yasalardan bir çıkarsama ise, birlikte bu tür bir içerik (yani,
‘akli’ oldukları konusunda) getirmez; biz de bunları fiziğin konusunun bir bölümü
diye ele almakta özgür oluruz.
( Bu cümle bence kuantum fiziğinin
ortaya koyduğu sonuçların felsefi yansımasıdır. Russell, Einstein ve Bohr
çağdaş düşünür ve bilim adamlarıdır. Hatta 1955’te hepsi ortak bir bildiriye
imza atmışlardı; Russell-Einstein Manifestosu…
Her neyse, konumuza dönersek, Russell bence şunu çok iyi biliyordu; kuantum
fiziğine göre – çok basit olarak açıklamaya çalışırsak- bir şey, biz onu
algıladığımız için vardır.)
Bu konuda şu
alıntıyı yapmak anlaşılırlık açısından faydalı olacaktır:
Kuantum Fiziğinin Kopenhag Yorumu'nu harfiyen alırsanız size söylediği
şudur: Elektron dalgası tüm evren ona baktığı için çökerek detektör perdesinde
bir nokta oluşturur. Bu yeterince garip; fakat bazı evrenbilimciler (Stephen
Hawking de dahil) buradan, "Evrenin dışında" evrene bir bütün olarak
bakıp tüm dalga fonksiyonunu çökerten başka bir şeyin olması gerektiği
anlamının çıkacağından endişe ediyorlar. Bundan farklı olarak John Wheeler
sadece bizler gibi bilinçli gözlemcilerin varlığının dalga fonksiyonunu
çökertip Evreni var ettiğini iler sürdü. Bu tabloya göre evrendeki her şey
sadece biz ona bakıyoruz diye
var.
Eser Adı:
|
Schrödingerin Yavru Kedileri
|
Yazarlar:
|
|
Yayımcı:
|
Metis Yay. Nisan 2008
|
Sayfa:
|
34
|
Şimdi
anladığım kadarıyla Russell yukardaki cümlesiyle, Berkeley’in “insan düşüncesinin, algılamasının dışında, bağımsız
bir dış dünya yoktur. “Varolmak algılanmaktır” (Esse est percipi)” düşüncesinden kurtulmanın yolunu arıyor.
Russell’ın,
değişmez olarak “Süregitmezlik”ten anladığı şey bu noktada “Dalga Fonksiyonunu”
gibi görünüyor. Bu, düpedüz Aristotelesci tabirle “potential” potansiyel, güç, kuvvet, imkan’dır. (Potansiyel kavramını
Ahmet Arslan hocamın çevirdiği anlamda
güç, kuvvet, imkan olarak anlıyorum. Aristoteles 1996, Metafizik,
İstanbul: Sosyal Yayınlar, çev: Ahmet Arslan, s.395)
Yani “algı nesnesi” diyelim, biz onu algılamadığımız sürece
var olmakla yok olmak arasında asılı bir “imkan” olarak kalır. Russell,
algılarımızın nedeninin fiziksel nesneler olduğunu söylüyor fakat biz onları
algılamadığımız zaman “değişmez olarak süregitmediklerini” söyleyerek algı
nesnelerinin, algılanmadıklarında “imkan” olarak kaldıklarını kabul ediyor
aslında.
Russell’ı dinlemeye devam edelim;
Mantıksal yönden, duyu-verisi bir
nesne, öznesinin bilincine vardığı bir tikel’dir. Özneyi, inançlar ile
istemlerin yaptığı gibi, bir bölüm diye içine almaz. Bundan ötürü de duyu-verisinin
varlığı, mantıksal yönden, özneninkine bağlı değildir ; çünkü, bildiğimce, A’-
nın varlığının, mantıksal yönden, B ’nin varlığına dayandığı tek durum, B ’nin
A’nın bir bölümü olduğu durumdur. Bu yüzden, duyu -verisi olan bir tikelin veri
olmaktan çıktığında da süregitmemesi, ya da öteki benzer tikellerin veri
olmaksızın varolmamaları için a priori bir neden yoktur.
Duyu-verilerinin ‘akli’ oldukları görüşü, kuşkusuz, hem fizyolojik öznelliklerinden,
hem de duyu-verileriyle “ duyumları” (sensations) ayıramamaktan doğar.
‘Duyum’ derken, öznenin duyu-verisinin
bilincine varmasını içeren olguyu kastediyorum. Böylece duyum bir bileşiktir
(complex); öznesi bir bileşendir (constituent); bu nedenle de akli’dir. Öte
yandan, duyu-verisi, öznenin duyumda bilincine vardığı dış nesne gibi, öznenin
karşısında durur. Duyu-verisinin bir çok
durumlarda, öznenin içinde, gövdesinde olduğu gerçektir; ancak, öznenin gövdesi
özdeksel dünyanın bir parçasıdır. Bu nedenle, duyu-verileri duyumlardan
kesinlikle ayırt edildiğinde, öznellikleri de psikolojik değil fizyolojik diye
alındığında, (Bu bir koşuldur, bir koşul tercih
edilmiştir. Bilimi mümkün kılma yönünde haklı bir istek var burada. Ancak, Tam
olarak Akılsal kesinlik içermeyen noktalarda varsayımlar üzerinde kapalı sistem
inşa ederek bunu, sayfa 68 de ifade edilen “Bilimsel Tutum”la uzlaştırmak kanımca oldukça zordur. Eğer “bilmek
istemenin yararına, tüm öteki isteklerimizden vazgeçeceksek, yansız olacaksak,
önyargılarımızdan kurtulacaksak, var olanı bir takım ilişkilerle, olumlu ya da olumsuz, istediğimiz ya da
düşleyebileceğimiz biçimde saptanması gerekliliği inancından uzak, açık seçik
görmesini öğreneceksek” daha “mütevazi” olmamız gerekmez mi?) fiziksel
sayılmaları yolundaki ana engeller ortadan kaldırılır. (S.155-158)
Kanımca Russell burada Kuantum
fiziğinden ziyade Mantık ilkelerine sığınarak nesnel dünya tesis etmeye
çalışıyor.
“DUYULAR” İLE “NESNELER”
“Duyulurlar”, fiziksel dünyanın en son
bileşimleri, ögeleri, sayılacaksa eğer, sağduyunun “nesne” sine ya da fiziğin
“özdek” ine ulaşmadan önce uzun ve güç bir yolculuğun yapılması gerekir. Bir nesnenin değişik kişilere görünüşleri
sayılan değişik duyu-verilerinin birleştirilmelerinin varsayılı olanaksızlığı,
bu “duyulurlar” ın salt öznel görüntüler sayılmalarını gerekli kılar.
Belirli bir masa bir kimseye
dikdörtgen görünümü verir, bir başkasına ise iki dar açılı, iki geniş açılı
görünür.
Bir kimseye kahverengi, ışığı
yansıttığı bir başkasına ise ak ve parlak görünür. Bu değişik biçimlerle
değişik renklerin bir anda aynı yerde bulunamayacağı, bundan ötürü de, ikisinin
birden fiziksel dünyanın öğeleri olamayacakları söylenir. Bu yerinde görüş,
açıkça söyleyeyim, bana, yakın zamanlara dek, çürütülmez gelmiştir. Karşıt
görüş ise, Dr. T. P. Nunn’un “İkincil
Nitelikler Algı” dan Bağımsız mıdırlar?” başlıklı yazısında ustalıkla
savunulmuştur.
Varsayılı olanaksızlık, gücünü “bir yerde” deyişinden alır; ve
yine bu deyişte güçsüzlüğü yatar. Uzay kavramı felsefede -şöyle bir düşününce
bu tür bir tutumu savunmayacak kişilerce bile- Kant’ın, psikolojik bilgisizliği
içinde varsaydığı gibi belirli, basit ve yalın değilmişler gibi ele alınmıştır çoğunlukla.
Kısaca göreceğimiz gibi, gerçekçilere güçlük
çıkaran, karşısındakilere hak etmedikleri üstünlüğü veren, “yer” sözcüğünün algılanamamış belirsizliğidir. Değişik türlerin iki
“yer” i -bulunduğu yer ile öteden göründüğü yer- her
duyu-verisinde içerilir. Göreceğimiz gibi,
belirli kısıtlamalarla aralarında bağlılaşma kurma olanağı varsa da, değişik uzaylara
ilişkindirler bunlar.
Bir nesnenin değişik görünümleri
dediklerimizin her biri ilgili gözleyicinin özel uzayındadır. Bir gözleyicinin özel dünyasındaki bir yer, bir
başka gözleyicinin özel dünyasındaki bir yerle özdeş değildir hiç bir zaman. Bundan ötürü, değişik görünümleri bir
yerde birleştirme diye bir sorun yoktur; yine bu nedenle, tümünün bir yerde
bulunamayacağı gerçeği de, fiziksel gerçekliklerinden kuşkulanılması için bir
neden oluşturamaz.
Sağduyunun “nesne” si, gerçekte, bütün görünümlerinin oluşturduğu sınıfla
özdeşleştirilebilir; ancak, görünümler arasına yalnız gerçek
duyu-verilerini değil, varsa, “duyulurlar”
ı da katmalıyız; kendilerine veri görünecek gözlemciler yoksa bile, süreklilik ile benzetim gerekçesiyle,
eş görünümler sistemine ilişkin sayılabilir
bunlar. (Bu da bir tercihdir. Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz kuantum
fiziğinin sonuçları görmezden geliniyor.)
(Bölümün başındaki paragrafta “duyulurlar”
ın salt öznel görüntüler sayılmalarının gerekli kılındığından
bahsedilmişti. Bunu aşmaya yönelik olarak Russell, nesnenin “bulunduğu yer” ile
“öteden göründüğü yer” ayrımını yapıyor. Özne-Nesne ayrımı yaparak nesneye
özerklik vermenin yolu açılıyor.)
Bir örnek bunu daha da iyi açıklayabilir. Bir
odada bir kaç kişinin bulunduğunu, hepsinin de söylediklerine göre, özdeş
masaları, iskemleleri, duvarları ve iskemleleri gördüğünü varsayın. Bu kimseler
arasında kesinlikle özdeş duyu-verileri olan iki kişi yoktur; yine de, verileri
arasında, verilerin kiminin bir “nesne” nin birkaç gözleyiciye görünümleri diye,
ötekilerini de bir başka “nesne” nin görünümleri diye kümeleştirilmelerini sağlayacak yeterince benzerlik bulunur. Odadaki belirli bir nesnenin gerçek gözleyicilere
sunduğu görünümlerin yanında, orada
bulunmayan öteki gözleyicilere sunacağı başka görünümlerinin de bulunduğunu
varsayabiliriz. ( Kuantum fiziğine göre varsayamayız. Odada bir algılayıcı
olmayacağından –bu algılayıcının insan olduğunu varsayıyorum- odadaki nesne
dalga fonksiyonu yani imkan olarak kalacaktır. Yine ayrıca Russell benzeliği
gerekçe gösterek “varsayabiliriz” diyor, Bu da bir tercihdir. Varsaymayı tercih ediyor Russell. Bu
tercihlerin temellendirilmesinin merkezinde hep süreklilik ile benzetim
gösteriliyor.)
Bir kimse, iki kişi arasında oturursa,
odanın ona sunacağı görünüm, öteki iki kişiye sunduğu görünümlerin ortasında
olacaktır; bu görünüm, yeni gelen gözleyici duyu organlarından, sinirler ile
beyinden yoksunsa, var olamaz; ancak, yine de, şimdi yer aldığı durumdan, odanın
kimi görünümünün o gelmeden önce de
orada olduğunu varsaymak doğaldır. Bu
varsayışın üzerinde durmak gereksizdir, bilinmelidir yalnızca.
“Nesne”, görünümlerinin bir teki ile, özdeşleştirilemeyeceğinden,
bu görünümlerin tümünden ayrı ve onların temelinde düşünülmüştür hep. Ancak,
Occam’ ın ustura ilkesine göre, görünümler
sınıfı, tarih öncesi metafizikçilerin nesneyi icat ettikleri amaçları yerine getirecekse,
kavramlarda tutumlu davranmak,
bizden
nesneyi görünümlerinin sınıfı ile özdeşleştirmemizi ister. Bu
görünümler altındaki tözü (substance) inkar etmek gereksizdir; bir tözü
varlığını öne sürmekten kaçınmak çıkar yoldur. İşlemimiz burada, yararsız
metafizik
canavarların matematik felsefesinden atılması işleminin bir benzeridir kesinlikle.
(S.158-162)
MADDİ
EVRENİ “ÇIKARSAMAK”
Yapımları çıkarımların yerine koyan
yöntemin tam uygulanması, konuyu tümüyle duyu-verilerine, üstelik tek bir
kişinin duyu-verisine ilişkin gösterecektir; çünkü başkalarının duyu-verisi,
bir ölçüye kadar çıkarım olmaksızın bilinemez. Ancak, bu şimdilik bir ideal,
ulaşılması ise ancak daha başlangıcında bulunduğumuz uzun bir hazırlık
çalışmasından sonra gerçekleşebilecek bir ideal olarak kalmalıdır. Öte yandan kaçınılmaz olan çıkarımlar,
belirli yöneltici ilkelere bağlanabilirler.
Önce, her zaman yetkin bir açıklığa
kavuşturulmalı, en genel biçimde de belirtilmelidirler. Sonra, çıkarılan
varlıklar, elden geldiğince, varlıkları verilenlere benzemeli, sözgelimi Kant’ın
Ding an Sich’i gibi çıkarımı destekleyen verilerden uzak bir şey
olmamalıdırlar.
Ben, ancak iki türlü ‘çıkarılan varlık’ kabul edeceğim :
a.) Öteki kimselerin duyu-verileri,
-ki bunlar, benden başka insanların da, bir aklı olduğunu gösteren analojik
kanıtlara dayanırlar;
b.) Aklın bulunmadığı yerlerden
görünen, kimsenin verileri olmasalar da gerçekliklerini varsaydığım “duyulurlar”
Bu çıkarılan varlıkların iki
sınıfından ilki, karşı çıkılmadan kabul edilebilir. Onsuz yapabilmek, böylece
de fiziği tekbenci (solipsist) bir temelde kurabilmek bana en büyük hazzı
verecektir. Ancak, insanoğluna özgü tutkuları, mantıksal tutumluluğa duyulan
istekten daha güçlü olan kişiler -korkarım, çoğunluktadır bunlar- kuşkusuz,
tekbenciliği bilimsel yönden yeterliliğe dönüştürme isteğimi
paylaşmayacaklardır. (S.165-166)
(Ben kendimi şahsen bu gurupta
görmüyorum J
şahsen üzerinde durmak istediğim nokta, Russell’ın nesnel dünyanın rasyonel
inşasındaki problemlere dikkat çekmektir.)
ÖZEL UZAY İLE PERSPEKTİFLERİN UZAYI
Şimdi “yer” sözcüğündeki belirsizliği açıklamamız
gerekiyor; nasıl olur da, değişik türde iki yer, nesnenin bulunduğu yer ile algılandığı
yer, her duyu-verisi ile birleştirilir? Savunulacak kuram Leibniz’in
monadoioji’sini andırır; yalnız onun kadar akıcı ve düzenli değildir. Burada üzerinde
durulacak ilk olgu, bulunabildiğince, bir “duyulur” un iki kişiye bir anda veri
olmadığıdır. İki ayrı kimsenin gördüğü şeyler çoğunluk yakın benzerlik taşır; öylesine
benzeyebilirler ki, anlatmak için özdeş sözcükler kullanılabilir; bundan
yoksun, duyulur nesneler konusunda öteki kişilerle iletişim (communication)
olanaksızdır. Ancak, bu benzerliğe rağmen, görüş açısının değişikliği nedeniyle
ortaya bir ayrılığın çıktığı görülecektir hep.
Böylece ayrı duyu-verilerinden ötürü
herkes özel bir dünyada yaşar. Bu özel dünya kendi uzayını ya da uzaylarını içerir;
görüş uzayını, dokunuş uzayı ile öteki duyuların türlü uzaylarına
bağlılaştırmayı bize yalnızca deneyin öğrettiği görülecektir. Bu özel uzayların
türlülüğü, psikoloji için ilginç de olsa, bizim sorunumuz için pek önemli değildir;
çünkü yalnız tekbenci bir deney, onları tüm duyu-verilerimizi kapsayan bir özel
uzayda bağlılaştırmamızı sağlar. Duyu verisinin bulunduğu yer, özel uzayda bir
yerdir.
Bundan ötürü de, bu yer bir başka
algılayıcının özel uzayındaki yerlerden değişiktir. Çünkü, mantıksal tutumluluğun
istediği gibi, her durum göreli varsayılırsa, bir yer yalnız içindeki ve çevresindeki
şeylerle tanımlanabilir; bu nedenle de bir yer, ortak ögeleri olmayan iki özel dünyada
birden bulunamaz. Böylece, bir yerdeki bir nesnenin değişik görünümleri dediklerimizi
birleştirme sorunu ortaya çıkmaz; belirli bir nesnenin değişik gözleyicilere değişik
biçimlerde ve renklerde görünmesi gerçeği, bütün bu renklerin ve biçimlerin fiziksel
gerçekliğine karşı bir tartışma yaratmaz.
Değişik algılayıcıların özel dünyalarına
ilişkin özel uzayların yanında, bir başka uzay daha vardır; burada tüm bir özel
dünya bir nokta, ya da hiç değilse uzaysal bir birim sayılır. Görüş açıları uzayı diye de
betimlenebilir bu; çünkü her özel dünya, evrenin belirli bir noktadan sunduğu
bir görünüm sayılabilir.
Özel
dünyanın, ancak birisi onu gözleyince gerçekleşebileceği önerisinin önüne geçmek
için, ben, ( J ) onlardan
perspektifler uzayı diye söz etmeyi yeğleyeceğim-
Yine bu nedenle, bir algılayıcı varsaymaksızın, özel bir dünyadan söz etmek
istediğimde de, “perspektif” diyeceğim.
Şimdi değişik perspektiflerin bir
uzayda nasıl düzenlendiğini anlamalıyız. Bir ve aynı nesnenin, değişik
perspektiflerden görünümleri sayılan bağlılaşmış “duyulurlar” yoluyla yapılır
bu. Devimle ve tanıklıkla, iki değişik perspektifin, aynı duyulurları içermeseler
de, çok benzeyenleri içerebileceklerini buluruz. Bir perspektifin özel
uzayındaki “duyulurlar” ın belirli bir kümesinin uzaysal düzeninin, başka bir
perspektifin özel uzayındaki bağlılaşmış “duyulurlar” ın uzaysal düzeni ile
aynı ya çok benzer olduğu bulunmuştur. Böyle bir perspektifteki “duyulur” bir başkasındaki “duyulur” ile
bağlılaşmıştır. Bu tür bağlılaşmış “duyulurlar” a “bir nesnenin görünümü” denilecektir.
Leibniz’in monadolojisinde, her monad bütün evreni yansıttığından, her
perspektifte her nesnenin görünümü olan bir “duyulur” vardır. Bizim
perspektifler sistemimizde böylesine bir bütünlük varsayımı yapamayız.
Belirli bir nesnenin kimi
perspektiflerde görünümü olacak, ötekilerinde ise olmayacaktır. “Nesne” görünümlerinin
bir sınıfı tanımlandığından, eğer “K”, içinde belirli bir nesne “f” nin göründüğü
gibi bir perspektif sınırı ise, f “duyulurlar”
ın karşılıklı dışarda bırakan sınıflarının bir sınıfı olan K ’nın çoğaltıcı
sınıfının bir üyesidir. Benzer biçimde, perspektif de içinde göründüğü çoğaltıcı
nesneler sınıfının bir üyesidir.
Perspektiflerin uzayda düzenlenmesi,
belirli bir nesnenin değişik perspektiflerden görünümleri arasındaki
ayrılıklarla gerçekleştirilir. Sözgelimi, belirli bir paranın (on kuruşun) türlü
perspektiflerden göründüğünü varsayalım : kiminde daha büyük, kiminde daha küçük
görünür; kiminde yuvarlak görünür, ötekilerde ise değişik bir elips görünümü sunar.
Paranın yuvarlak göründüğü bütün perspektifleri bir araya toplayabiliriz.
Paranın büyüklüğündeki değişimlere göre
dizilerde düzenleyerek, düz bir çizgi üzerine koyarız bunları. Paranın belirli
bir kalınlıkta düz bir çizgi gibi göründüğü perspektifler de benzer biçimde bir
düzlem üzerine konulur; (ancak, bu durumda, paranın eşit büyüklükte pek çok
perspektifleri bulunabilir; bir düzenleme bitirilince (bunlar para ile
merkezleri bir olan bir daire oluşturacaktır); yine, paranın büyüklüğüne göre önceki
gibi düzenlenir. Böylece, paranın görsel (visual) görünümünün sunduğu bütün bu
perspektifler üç boyutlu uzaysal bir sırada düzenlenebilir. Deneyler gösterir
ki, paranın yerine, incelediğimiz tüm perspektiflerde görünen bir nesneyi ya da
değişik perspektiflerde özdeş nesnelerin görünümleri arasındaki ayrılıklardan
başka bir yararlanma yöntemi seçersek, perspektiflerin özdeş uzaysal düzeni
ortaya çıkar. Tümü içeren bir fizik uzayının yapımını olanaklı kılan, işte bu
ampirik olgudur. Yapımı burada açıklanan, ögeleri tüm perspektifler olan uzaya,
“perspektif-uzay” denilecektir. (S.167-171)
“NESNELER” İLE “DUYULURLAR” IN PERSPEKTİF
UZAYA KONULMASI
Buraya kadar yaptığımız dünya altı
boyutlu bir dünyadır; her biri ayrı ayrı üç boyutlu olan, üç boyutlu
perspektifler dizisidir bu. Şimdi, perspektif uzay ile türlü perspektiflerde içerilen
türlü özel uzaylar arasındaki bağlılaşmayı
açıklamak gerek. Fiziğin üç boyutlu uzayı bu bağlılaşma ile kurulur; yine bu
bağlılaşmanın bilinçsiz işlemi de perspektif -uzay ile algılayıcının özel uzayı
arasındaki ayırımı bulandırıp, fizik felsefesi için yıkıcı sonuçlar yaratır.
Paramıza (on kuruşumuza) dönelim biz :
içinde paranın daha büyük göründüğü perspektifler paraya, daha küçük göründüğü
perspektiflerden daha yakın sayılırlar; ancak, deneye gelince, paranın
boyutları belirli bir sınırdan, -örneğin, paranın göze öylesine yakınlaştığı,
daha da yaklaşırsa görünemeyeceği yerden,- sonra değişmeyecektir. Dokunmayla,
dizileri, para göze değinceye dek, uzatabiliriz. Önceden tanımlanan anlamda, perspektifler
çizgisi boyunca gidersek, paranın düşleyerek perspektifler çizgisini, bir başka
para aracı ile diyelim, uzatabiliriz.
Para aracı ile tanımlanan başka perspektifler
çizgisi için de benzer işlem yapılabilir. Tüm bu çizgiler belirli bir yerde,
belirli bir perspektifte kesişir. Bu perspektif, “paranın bulunduğu yer” diye
tanımlanacaktır. Yapılmış fiziksel uzaydaki iki yerin hangi anlamda belirli bir
“duyulur” la birleştirildiği açıktır artık. Önce, “duyulur” un üyesi bulunduğu perspektif olan yer vardır;
“duyulur” buradan görünür. Sonra, “duyulur”
un üyesi bulunduğu öteki nesnenin, başka
bir deyişle, görünümün, yeri vardır; “duyulur” burada görünür. Bir perspektifin üyesi olan “duyulur” başka bir
perspektifle, duyulurun görünümü olduğu nesnenin bulunduğu yerle, karşılıklı
bağıntılıdır.
Psikologlara “yer, ki oradan” daha önemli,
daha ilginç gelir; bundan ötürü de, “duyulur” öznel ve algılayıcının bulunduğu
yerde görünür. Fizikçi için, “yer, ki orada” daha ilginç, daha önemlidir, bundan
ötürü de, “duyulur” ona fiziksel ve dışlak görünür. Bu iki zıt görüşün her birinin
nedenleri, sınırları ve yandaş tanıtlanmaları üstteki belirli “duyulur” la
birleştirilen yerlerin ikililiğinde görülür.
Fiziksel bir nesneye perspektif
uzayında bir yer verebileceğimizi gördük. Böylece, gövdemizin değişik bölümleri
perspektif uzayında durumlar elde eder; bundan ötürü de, duyu- verilerimizi içeren
perspektifin kafamızda bulunduğunu söylemek (doğru ya da yanlış, bizi
ilgilendirmez) bir anlam taşır. Bu nedenle, perspektif, yukarıda tanımlandığı
anlamda, kafamızda ise, aklın da kafamızın içinde bulunduğunu söylememiz
yerinde olur. Belirli bir nesnenin değişik görünümleri için artık kimi nesneye ötekilerden
daha yakındır diyebiliriz; “nesnenin bulunduğu yere” daha yakın perspektiflere
ilişkin görünümler daha yakındırlar. Böylece, bir nesne konusunda, onu yakından
incelemekle, uzaktan gözlemekten daha çok şey öğrenebileceğini söylemekte de
doğru ya da yanlış, bir anlam bulabiliriz.
“Özne ile görünümü kendisine veri olan
nesne arasına giren nesneler” deyişi de önem kazanır; bir amaçı gösterir.
Duyu-verilerimizin öznelliği için çoğunlukla öne sürülen bir neden, nesnenin görünümünün,
(nesnenin kendisinin değiştiğini varsaymada güçlük çektiğimizde),
değişebildiğidir; örneğin, değişme, gözlerimizi kapamamıza ya da nesnenin ikili
görünmesi için kısmamıza bağlı ise. Nesne, eğer görünümlerinin sınıfı diye tanımlanırsa
(yukarıda kullanılan tanımlamadır bu), görünümlerinden birisi değiştiğinde, nesnede
de, kuşkusuz kimi değişiklik beklenir. Görünümlerin değişebileceği iki tür
yol arasında çok önemli bir ayrım vardır.
Bir nesneye baktıktan sonra gözlerimi
kaparsam, gözlerimin görünümü,
içinde böyle bir görünüm olduğu her perspektifte değişir; öte yandan, nesnenin çoğu
görünümleri değişmeden kalır. Bir tanımlama olarak diyebiliriz ki, nesnenin
hemen yanında, olabildiğince yakınındaki görünümlerde değişiklikler olursa, nesne
değişir. Öte yandan, nesnenin karşılaştırıldığından uzak düşen görünümleri değişirken,
belirli uzaklığı aşmayan bütün görünümleri değişmez kalırsa, değişikliğin bir başka
nesnede olduğunu söyleriz. Bu görüşten, gelecek konumuza, özdeğin incelenişine yöneliriz
kuşkusuz. (S.172-175)
MADDENİN TANIMI
“Fiziksel
nesne” yi görünümlerinin sınıfı diye tanımladık; ancak bunu maddenin tanımı diye
alamayız. Belirli bir perspektifte bir nesnenin görünümünün, perspektif ile
nesne arasındaki madde ile etkilendiği olgusunu açıklayabilmeliyiz. “Nesne ile
perspektif arasında” deyişinde bir anlam
bulduk; ancak, maddenin görünümlere
etkisini belirlemek için, biz maddenin nesnenin görünümleri sınıfından başka
bir şey olmasını istiyoruz.
Genellikle,
bir nesne üzerine bilgimizin nesne daha yakınken daha kesin olduğunu varsayıyoruz.
Uzaktan
bir adamı görürüz. Sonra Jones’u görürüz. Daha sonra, güldüğünü görürüz. Tam
kesinliğe bir sınırda ulaşılabilir: biz kendisine yaklaştıkça, Jones’un görünümleri
bir sınıra varır; bu sınır Jones’un gerçekte ne olduğunu gösterir. Fizik açısından,
nesnenin yakın görünümlerinin uzak görünümlerinden daha geçerli olduğu açıktır. Bu nedenle de, bir deneme niteliğinde
şu tanımı oluşturabiliriz :
(
Burada kriter değişik perspektiflerden ziyade insan gözünün net olarak
görebileceği en yakın mesafe alınmış görünüyor. Bence bu kuramın tamamının en
zayıf karnı bu noktadır. Böyle bir düşünce batıl inançtır. Örneğin bir atoma
elektron mikroskobuyla bakmak bu düşünceye göre bize çok daha kesin bilgiler
verir. Halbuki bütün sorunlar daha yakından bakınca ortaya çıkmıyor mu? Daha
yakından bakınca atomaltı parçacıklarının gerçekliği sorunları çıkmadı mı? Daha
yakından bakınca daha büyük boşluklar görmedik mi? Kuark lar gerçek mi değil
mi? Daha yakından bakınca bence bilgisizliğimizin boyutları hakkındaki bilgimiz
kesinleşiyor. J )
Belirli bir nesnenin maddesi, nesneden
uzaklıkları azaldıkça, görünümlerinin sınırıdır. Bu tanımda bir şeyler vardır,
ancak, yeterli değildir; çünkü ampirik yönden, duyu -verilerinden elde
edilebilecek böyle bir sınır yoktur. Yapımlarla, tanımlarla destekleyerek, tanımla
yetinilebilir. Ama bu, bizi bakılması gerekli yere yöneltiyor. Şimdi, fiziğin
oluşturduğu, maddeden duyu-verilerine doğru olan ters yolculuğu ana çizgileriyle
anlayacak durumdayız.
Bir
nesnenin belirli bir perspektifte görünümü, nesneyi oluşturan madde ile araya
giren maddenin bir işlevidir.
Nesnenin
görünümü, araya giren dumanla, sisle ya da algılayıcının duyu -organlarında ya
da sinirlerdeki değişikliklerle (bu da araya giren sayılır) değişir.
Nesneye
ne kadar yaklaşırsak, görünümü araya giren madde ile o kadar az etkilenir.
Nesneden
ne kadar uzaklaşırsak, görünümleri ilk niteliğinden o kadar çok ayrılır;
ayrılıklarının nedensel yasaları,
onlarla nesne arasında yatan maddenin terimleriyle belirtilmelidir. Çok az uzaklıktaki
görünümler nesnenin kendisi dışındaki nedenlerle daha az etkilendiğinden, uzaklık
azaldıkça bu görünümlerin yöneldikleri sınırın, göründüğüne karşın, nesnenin
“gerçekte ne olduğunu” belirlediğini düşünürüz.
Bu, nedensel yasaların açıklanması için gerekliliğiyle birlikte, maddenin
duyu-verilerinden daha gerçek olduğuna ilişkin tümüyle yanlış bir duygunun
kaynağı sayılabilir. Maddenin sonsuz bölünürlüğünü düşünün, örneğin. Belirli
bir nesneye bakarken ve yaklaşırken, bir duyu-verisi birkaç olacak, bunların
her biri de yeniden bölünecektir. Böylece bir görünüm birçok nesneyi gösterebilir;
sürecin sonu gelmez. Sınırda, nesneye sonsuzca yaklaştığımızda, sonsuz sayıda
madde birimleri olacaktır; sonsuz bölümlülük işte böyle ortaya çıkar.
Nesnenin tüm nedensel etkililiği onun maddesinde
yatar. Bir anlamda bu ampirik bir olgudur; ancak kesinlikle belirlenmesi güçtür;
çünkü, “nedensel etkililiği” tanımlamak güçtür. Nesnenin maddesi konusunda
ampirik yönden bilinebilen, sadece
yaklaşık şeylerdir; çünkü nesnenin görünümlerini çok küçük mesafeden
bilemeyiz; bu görünümlerin sınırını da kesin bir biçimde çıkaramayız. Sınır, ancak
gözleyebildiğimiz görünümlerin aracıyla yaklaşık olarak çıkarılır. Sonra,
bu görünümlerin, fizikte yanıbaşımızdaki maddenin işlevi olarak, gösterilebileceği
ortaya çıkar; örneğin, uzak bir nesnenin görsel (visual) görünümü, gözlere
ulaşan ışık dalgalarının bir işlevidir. Bu da düşünce karmaşası yaratır; ancak gerçek
bir güçlük çıkarmaz. Görsel (visual) nesnenin bir görünümü, sözgelimi, öteki
zamandaş görünümleri saptamaya, belirli bir ölçüde yaklaşsa da, yeterli değildir.
Nesnenin gizli yapısının saptanması, yalnızca inceden işlenmiş dinamik çıkarımlarla
gerçekleştirilebilir. (S.175-179)
ZAMAN
“Yaşam öyküsünü” belirli bir “duyulur” ile zamandaş ya da ondan önce ya da sonra
olan (doğrudan doğruya) her şey diye tanımlayabiliriz. Bu bir perspektifler
dizisi verecektir; bunların tümü, bir kişinin deneylerini oluşturabilir; hepsi
zorunlu olarak böyle yapacak demek değildir bu. Bu türde, dünya tarihi
birbirlerini karşılıklı olarak dışarda bırakan yaşam öykülerinin sayılarına,
bölünür.
Şimdi değişik yaşam öykülerindeki
zamanları bağlılaştırmamız gerekiyor. Değişik yaşam öykülerine ilişkin iki
değişik perspektifteki belirli bir (anlık) nesnenin görünümlerinin zamandaş
alınmasını söylemek doğaldır; ancak, yetersizdir. A’nın B’ye bağırdığını, B’nin
de A’nın bağırmasını duyar duymaz karşılık verdiğini varsayalım. A’nın kendi
bağırışı ile B’ninkini duyması arasında bir sure vardır; böylece, A ile B’nin
bir bağırışı duymasını zamandaş yaparsak, birbirleriyle değil de belirli olayla
zamandaş olan olaylar elde ederiz. Bunu önlemek icin bir “ses hızı” varsayıyoruz. Bir başka deyişle, B ’nin A’nın bağırışını
duyduğu zamanı, A’nın kendi bağırışı ile B ’ninkini duyduğu zaman süresinin yarısı
varsayarız. Böylece bağlılaşma gerçekleştirilir. Ses için söylenenler,
kuşkusuz, ışık için de geçerlidir. Genel ilke, belirli bir anda, belirli bir nesnenin
ne olduğunu saptarken, bir arada kümeleştirilecek değişik perspektiflerdeki görünümlerin
tümünün o anda olduğunun varsayılmamasıdır.
Tersine, görünümlerinin niteliğine göre,
değişik hızlarda, nesneden dışarıya dağılırlar. Bir yaşam öyküsündeki zamanı
bir başkasındaki zamanla doğrudan doğruya bağlılaştırma yolu bulunmadığından, belirli
bir andaki belirli bir nesneye ilişkin görünümlerin bu geçici kümeleştirilişi bir
yönden gelenekseldir. Amacı, bir ölçüde, bir olayla zamandaş olaylar birbiriyle
de zamandaştır türündeki belgileri (maxim) doğrulamak, bir ölçüde de, nedensel
yasaların biçimlendirilmesinde kolaylık sağlamaktır. (S.179-181)
NESNELERİN
VE MADDENİN KALICILIĞI
Fizik dünyasını duyu dünyası ile
birleştirirken, fiziğin değişken varsayımlarının yanında, üç ana sorun ortaya
çıkar; bunlar sırayla:
1. tek bir uzayın yapımı,
2. tek bir zamanın yapımı,
3. süreğen nesnelerin ya da maddenin
yapımıdır.
Bu sorunların ilki ile İkincisini
inceledik; üçüncüsü kaldı incelenecek.
Değişik perspektiflerdeki bağlılaşmış
görünümlerin, fiziğin, tümü içeren zamanı içindeki bir anda bir “nesne” yi oluşturmak üzere nasıl
birleştirildiklerini gördük. Şimdi, değişik zamanlardaki görünümlerin bir
“nesne” ye ilişkin olarak nasıl
birleştirildiğini ve fiziğin kalıcı “maddesine” nasıl varacağımızı
inceleyeceğiz.
Süreğen töz varsayımı, ki bu teknik
yönden fiziğin işlemesinin temelidir, metafiziksel yönden onaylanamaz kuşkusuz,
bir çok kişinin, bir anda, gördüğü bir yapımdır, öyleyse yine o kişilerin ya da
değişik kişilerin değişik zamanlarda gördüğü nesne de bir yapımdır demeye
benzer bu; oysa, gerçekte, belirli “duyulurlar” ın belirli bir kümelenişinden
başka bir şey değildir.
Bir “nesnenin” bir anlık durumunun değişik perspektiflerdeki
“duyulurlar” topluluğa olduğunu,
yapılmış bir zamanda zamandaş değil, “nesnenin bulunduğu yer” den
“duyulur” ların niteliğine dayanan
hızlarla dağıldığını gördük. “Nesnenin”
bu durumda bulunduğu zaman, bu görünümlerin oluştuğu zamanların alt
sınırıdır. Yine biz; bu nesneye ayrı bir zamanda ilişkin diye bir başka
görünümler dizisinden söz etmeye götüreni incelemeliyiz şimdi.
Bunun için, hiç değilse başlangıçta,
kendimizi tek bir yaşam öyküsüyle sınırlamalıyız. Belirli bir yaşam öyküsünde,
iki “duyulurun” bir nesnenin görünümleri oldukları zamanı
bilebilirsek, değişik yaşam öykülerindeki
“duyulurlar” ı nesnenin bir anlık
durumunun görünümleri gibi birleştirmesini öğrendiğimizden, nesnenin tarihinin
bütün yapısı için gerekli her şey hazır demektir.
Başlangıçta, bilinmelidir ki, sağduyu
için nesnenin özdeşliği ile fizik için maddenin özdeşliği arasında her zaman
bir bağlılaşma yoktur. İnsanoğlunun gövdesi sağduyu için tek kalıcı nesnedir,
fizik için ise maddesi sürekli değişmektedir. Sağduyu kavramının, duyu
verilerinin sıradan uzaklıklarındaki görünümlerin sürekliliğine, fizik
kavramının ise, nesneden çok az uzaklıktaki görünümlerin sürekliliğine
dayandığını söyleyebiliriz. Sağduyu kavramı tam bir kesinliğe yaramayabilir; bundan
ötürü, ilgimizi fizikte maddenin
kalıcılığı kavramına yöneltelim. Bir
madde bölümünün değişik zamanlardaki iki görünümünün ilk özelliği sürekliliktir.
İki görünüm aracılar dizileriyle
birleştirilmelidir; eğer zaman ile uzay yoğun diziler düzenlerse, bunların da
yoğun diziler düzenlemeleri gerekir. Yaprakların rengi sonbaharda yazınkinden
değişiktir; ancak, biz değişikliğin yavaş yavaş olduğuna, renkler iki belirli zamanda
değişikse, belirli zamanlar arasında ara renklerin bulunduğuna inanırız.
Süreklilikle ilgili önemli iki görüş vardır.
İlki, çoğunlukla, varsayımlıdır
(hypothetical). Bir nesneyi sürekli gözleyemeyiz; gözlemediğimizde de,
algıladığımız durumlar arasında ara durumlardan geçtiğini kabul etmek salt bir
varsayımdır. Kesiksiz gözlem suresinde sürekliliğin aşağı yukarı doğrulandığı su
götürmez; ancak, burada bile, devimler çok hızlı iken, patlamalardaki gibi, süreklilik
gerçekte dolaysız olarak doğrulanamaz.
Böylece, duyu-verilerinin, sürekliliği
koruyacak biçimde, “duyulurlar” ın
varsayımlı tamamlayıcılığına (complement) izin verdiklerini
söyleyebiliriz; bundan ötürü de, böyle bir tamlayıcı bulunabilir deriz. Ancak,
varsayımlı “duyurular” ı daha önce bu bicimde kullandığımızdan, bu noktayı bırakıp,
bu tür “duyulurlar” ın sürekliliğin korunmasında gerekliliğini onaylayacağız.
İkincisi, süreklilik maddi özdeşliğin
yeterli bir ölçütü değildir. Bir çok durumlarda, kayalar, dağlar, masalar,
iskemleler v.b. gibi görünümlerin yavaş değiştiği yerlerde, sürekliliğin yeterli
olduğu doğrudur; öteki durumlarda ise, hemen hemen bir türden bir sıvının
bölümleri gibi, süreklilikten söz edilemez. Sürekli sıralamalarla, bir anda
denizin bir damlasındayken, bir başka anda başka bir damlasına yolculuk edebiliriz.
Deniz suyunun devimlerini akıntının etkilerinden çıkarabiliriz; ancak, dolaysız
gözlemden süreklilik varsayımı ile birlikte çıkarılamazlar.
Sürekliliğin yanında gerekli bir özellik
de devimsel yasalara uymaktır. Sağduyunun kalıcı saydığı nesnelerden başlayıp,
zaman zaman akli gelen değişiklikler yaparak, belirli yalın yasalara, devimsel
yasalara, uydukları görülen, “duyulurlar” topluluğuna ulaşırız. Değişik
zamanlardaki “duyulurlar” ı bir madde bölümüne ilişkin sayarak, devim suresince
kalıcı bir şeyin yapımı ya da varsayımını önceden varsayan, devimi tanımlayabiliriz.
İçinde tüm “duyulurlar” ile görünüm zamanları verilen bir surede oluşan
devimler, içinde değişik zamanlardaki “duyulurlar” ı bir madde bölümünde birleştirdiğimizdekinden
değişik olacaktır. Böylece, bütün dünya tarihi tüm ayrıntılarıyla verildiğinde
bile, hangi devimlerin yer aldığı sorunu, belirli bir ölçüde, süreklilik varsayımından
da sonra, yine de niteldir. Deneyler, devimin, devimsel yasalara uyacak bicimde
saptanmasının olasılığını, bu saptamanın da, kabaca ya da genellikle,
sağduyunun kalıcı nesneler üzerine görüşleriyle uyuştuğunu gösterir. Saptama,
bu nedenle, onaylanır ve değişik zamanlardaki iki görünümün bir madde bölümüne
ilişkisini, kimi kez uygulamalı, kimi kez kuramsal olarak, saptamamız için bize
bir ölçüt olur. Maddenin zaman boyu tanımlama ile sağlanır, sanıyorum.
Bu sonucu onaylatmak için, fiziğin
ampirik başarısıyla neyin ispatlandığını incelemeliyiz. İspatlanan şey,
varsayımlarının, duyu-verilerinin ötesine gittiklerinde, doğrulanamasalar da,
duyu-verileriyle çelişmedikleri, tersine, yeterince “duyulurlar” kümesi
verilince tüm duyu-verilerini hesaplanabilir kıldıklarıdır. Fizik,
duyu-verilerini dizilerde toplamayı olanaklı kıldı. Burada her dizi bir nesneye
ilişkin sayılır ve fizik yasalarına göre davranır, bir nesneyle ilintisiz
diziler ise böyle davranmaz genellikle.
İki görünümün bir nesneye ilişkin olup
olmadığının belirsizlikten çıkması isteniyorsa, ortaya çıkan nesnelerin fizik
yasalarına uyması için, görünümleri kümelemenin yalnızca tek bir yolu bulunmalıdır.
Durumun böyle olduğunu ispatlamak güçtür; ancak, konumuz gereği, bu noktayı
bırakıp, tek bir yolun bulunduğunu varsayacağız.
Böylece, şu tanımı ortaya koyabiliriz: Fiziksel
nesneler, maddesi fizik yasalarına uyan görünüm dizileridir.
Bu tür dizilerin var olduğu, fiziği doğrulayan ampirik bir olgudur.
(S.181-187)
TANIMA İLE BİLGİ VE BETİM
İLE BİLGİ
Konumuzu tümüyle özetlersek: iki tür
nesne bilgisini ayırt ederek konuya girdik; sırayla. tanıma ile bilgi ve
betim ile bilgi. Bunlardan yalnız ilki nesnenin kendisini aklın önüne
getirir. Duyu-verilerini, çoğu tümelleri, olasılıkla da kendimizi tanırız;
ancak, fiziksel nesneler ile öteki akıl’ları (other minds) tanıyamayız.
Tanıdığımız özellikte ya da nitelikte bir nesne olduğunu bildiğimizde, nesne
üzerine betimsel bilgimiz vardır; başka bir deyişle söz konusu
özelliklerin ya da niteliklerin başkası değil, bir nesneye ilişkin olduğunu
bildiğimizde, nesneyi tanıyalım tanımayalım, bu nesne üzerine betim ile
bilgimiz vardır denilir.
Fiziksel nesnelerle öteki akıl’lara
ilişkin bilgimiz, salt betim ile bilgidir; ilgili betimler genellikle duyu -
verilerini ilgilendirenler türündedir. Bizce anlaşılabilir tüm önermeler, salt
betim ile bildiğimiz nesnelere
ilişkin olsun olmasın, tanıdığımız
ögeleri içerirler; çünkü tanımadığımız bir öge bizce anlaşılabilir değildir.
Yargının ‘idea’lar denilen akıl ögelerinden oluşmadığını, ögeleri akıl ile
belirli nesneler, tikeller ya da tümeller olan bir olgudan oluştuğunu gördük.
(En azından birisi tümel olmalıdır.) Bir yargı doğru bir biçimde çözümlendiğinde,
ögeleri bulunan nesnelerin tümünü de, yine bir öge olan aklın tanıması gerekir.
Bu sonuç bizi, önermelerde bulunan betimsel deyişleri çözümlemeye ve bu tür
deyişlerle belirtilen nesnelerin (nesneler açıklıkla belirtilmedikçe) bu
deyişleri içeren yargıların ögeleri olmadıklarını söylemeye
zorlar. Bu da bizi, “Marmion’un yazarı
Waverley’nin yazarı idi” dediğimizde, Scott’un kendisinin yargımızın ögesi
bulunmadığı, yargının da, gösterilen’in anlam türlülüğüyle özdeşliğini gerçeklediğini
söyleyerek, açıklanamayacağı görüşüne götürür; (görüş salt mantıksal temellerde
de salık verilir.) Yargı, anlam özdeşliğini de öne sürmez. Bundan ötürü de, bu
tur yargılar, yalnızca betimsel deyişleri parçalayarak, bir değişken sokarak, önerme
fonksiyonlarım en son özneler yaparak çözümlenebilir. Gerçekte, “Falan-filan şu
şu dur” demek “x Falan-filandır, başka bir
şey değil ve x şu-şudur” un doğruluğu gerçekleyebileceği anlamına gelir. Bu tur
yargıların çözümlemesi bir çok yeni sorunları içerir; ancak, bu sorunların
tartışılması bu yazıda ele alınmamıştır. (S.231-233)
Yazar:
|
|
Etiketler:
|
Yorumlar
Yorum Gönder