Bertrand RUSSELL - Mistisizm ve Mantık


     bertrand russell ile ilgili görsel sonucu


Bertrand Russell’ın Mistisizm ve Mantık kitabı, Felsefeyi bilime yaklaştırmak isteyenlerin ya da bilimsel felsefe taraftarlarının başucu kitaplarından biridir.

Russell’ın mantıkçı yanı ve filozof ağırlığı, arınmış bir nesnelliğe olan eğilimi kitabın ilk sayfalarından son sayfalarına kadar kendini hissettiriyor. Kitap genel olarak mistisizmin mantık açısından bir eleştirisini ve genel olarak dış dünyanın rasyonel temelde inşasını ele alıyor.

Kitaba yavaş yavaş giriş yapmadan önce şunu belirtmeliyim ki, dış dünyanın rasyonel inşası bana mantıksal anlamda “sağlam” gelmedi. Bunun da ötesinde, Russell’ın “Aklın Bilimsel Tutumu” dediği ve üzerine titrediği “Ön yargılardan arınma” “Yansız olma” “Öznel duyguları tümüyle bastırma” “ Bilmek istemenin yararına istekleri bir yana atma” “Var olanı açık-seçik görebilmeyi başarma” gibi prensipleri, Duyu verilerinin fiziksel olduğu ispatlanırken,  Perspektifler uzayı ispatlanırken çok dikkate alınmamış görünüyor.

İspatlamalar daha çok “sağduyu” üzerinden ve sürekli bir “tercih edişlerle” yürüyor. Bunları alıntılara eklediğim yazılarla anlatmaya çalıştım.

Burada şu denebilir- ki Russell satır aralarında dolaylı yoldan söylüyor zaten- : “Sürekli şüpheci tavır takınarak felsefe yapılamaz”

Evet ama sağduyu üzerinden yürümekle de ( Kantçı tabirle intersubjektif alan da denebilir aslında) ve sürekli tercihler yaparak gönül rahatlığıyla nesnel bir dünya veya determinist bir doğa inşa edemezsiniz. Buradan felsefi anlamda tutarlı fakat geçerliliği tartışmalı bir sistem çıkabilir. Bana göre de aynen durum böyle olmuştur.

Ayrıca kitabın beni şaşırtan bir diğer yönü de Russell’ın sezgiyi, “içgüdünün gelişmiş biçimi” olarak ele almasıdır. Bergson’u, sezgi kavramı adı altında içgüdüyü metafizik gerçekliğin tek yargıcı durumuna çıkarmakla suçluyor.(S.22)

Russell’dan dinlersek:

Gizemcinin dünyasının gerçek olup olmadığı üzerinde hiç bir şey bilmiyorum. Bu dünyayı ne yadsımak istiyorum ne de onu açığa vuran kavrayışın gerçek bir kavrayış olmadığını bildirmek. Yapmak istediğim —bilimsel davranış işte burada gereklidir— en önemli gerçeklerin çoğu, ilk önce, bu araçla (gizemci kavrayışla) bulunmuş olsa bile sınanmamış ve desteksiz bir kavrayışın gerçeklik için yetersiz bir teminat olduğunu göstermektedir.

Yazar:
Etiketler:
Sayfa     :
21


İngilizce metin:

Of the reality or unreality of the mystic's world I know nothing. I have no wish to deny it, nor even to declare that the insight which reveals it is not a genuine insight. What I do wish to maintain—and it is here that the scientific attitude becomes imperative—is that insight, untested and unsupported, is an insufficient guarantee of truth, in spite of the fact that much of the most important truth is first suggested by its means.



Yazar:
Russell, Bertrand


Etiketler:


Sayfa     :
13

( Sezginin ne olup ne olmadığı ya da kaç çeşit sezgi olduğu gibi konuları Russell’ın etraflıca bildiğinden eminim. Emin olamadığım konu ise neden sezgiyi, içgüdünün gelişmiş bir biçimi olarak gördüğüdür. Bilimsel tutum lehine böyle bir tutum sergilediğini düşünüyorum.

Ayrıca, eşyanın kesin bilgisine bizi salt sezginin götürdüğünü söyleyen de vardır, sezginin gerekli fakat tek başına yetersiz olduğunu söyleyen de.
Örneğin Gazali, inayetle desteklenen sezginin bize eşyanın özünü verebileceğini söyler.)

Kitabın omurgasını özetleyen bu paragrafı alıntılayarak giriş yapmak istedim. Zaten Russell’dan da beklenen böyle bir yaklaşım biçimidir. Temellendirme, Rasyonalite, Tutarlılık, Sistematik davranış olmadan ne bilimin ne de felsefenin olamayacağı açıktır. Fakat benim bu kitapta üzerinde durmak istediğim asıl husus Russell’ın Aklın Bilimsel Tutumu” dediği, kısaca;  “Bilmek istemenin yararına, tüm öteki isteklerin bir yana atılması düşüncesidir.  Çünkü Aklın bilimsel tutumu ona göre; umutlarla korkuların, tutkularla kinlerin, öznel duygusal yaşantının tümüyle bastırılmasını içerir”

Şöyle devam eder;  “yeter ki sonunda elimizdeki verilere boyun eğelim; önyargılardan arınmış, yansız, olduğunca görmek dışında bir istekte bulunmaksızın, var olanı, bir takım ilişkilerle, olumlu ya da olumsuz, istediğimiz ya da düşleyebileceğimiz biçimde saptanması gerekliliği inancından uzak, açık seçik görmesini öğrenelim.

Bana göre Russell, Aklın Bilimsel Tutumunu bir filozof duyarlılığıyla önemsemesine karşın önerdiği nesnel yapının inşasında, karşı çıktığı “istek”lere, “tercih”lere bolca yer vermiştir. Sınanmamış , desteksiz kavrayışlara karşı çıkarken sınanmamış durumları “varsayaraktercih etmiştir. Bu tercih edişlerde temellendirme daha çok “sağduyu” üzerinden yürümüştür.  Bu tutum bana göre  felsefi anlamda “sağlıklı” değildir. Kendi ifadesiyle eleştirirsek; Aklın Bilimsel Tutumuyla çelişir.

Benim bu kitabı bloğuma taşımamdaki amacın, yazı ilerledikçe, alıntılara eklediğim fikirlerimden daha iyi anlaşılacağını umuyorum.

Bertrand Russell, Mistisizm ve Mantık kitabında bölümler halinde aşağıdaki şu konuları ele alıyor;


I. Bilmenin, akıl ile sezgi diyebileceğimiz, iki yolu mu vardır? Böyle ise, biri ötekine yeğ tutulabilir mi?
II. Tüm çokluk ile bölünme görüntü müdür?
III. Zaman bir yanılsama mıdır?
IV. iyilik ile kötülükte ne tür bir gerçeklik vardır?

Russell’ın bu konulara  I. Konuda bilmenin asıl yolunun akıl olduğunu ve bunun yeğlenmesi gerektiğini, II. Konuda, tüm çokluk ve bölünmenin görüntü olmadığını, III. Konuda, zamanın bir yanılsama olmadığını, IV. Konuda ise evrende insandan bağımsız (tanrısal) iyi ya da kötünün bulunmadığını yalnızca kendi iyilik veya kötülük kavramlarını uygulayan insanlar, düşünceler bulunduğunu telkin eder.

Kitabın başında I. Bölümün ilk satırları bence muazzamdır;

Metafizik ya da düşünme yoluyla evrenin tümünü kavrama çabası, insanlarda süregiden iki ayrı itkinin birleşmesi ve çatışmasından oluşmuş ve geliştirilmiştir. Bu iki ayrı itkinin birisi insanları gizemciliğe iter, öteki bilime.  (S.5)


Russell’ın, felsefede bilimsel yöntem izlenmesi gerektiği düşüncesi, Mistisizm ve Mantık kitabının ağırlık merkezini oluşturur.

Gizemci anlayış, gizem perdesinin kalktığı, gizli bilgeliğin, birden, kuşkunun ötesinde bir kesinlik kazandığı duygusu ile başlar. Gizliliğin açığa vurulması ve kesinlik duygusu belirli bir inançtan önce gelir. Gizemcilerin ulaştıkları belirli inançlar, anlayış anında yaşanan sözsüz deneyler üzerinde düşünmenin sonucudurlar. Çoğunluk, bu an ile gerçek ilintisi olmayan inançlar, giderek ana çekirdeğin çekiciliğine kapılırlar; böylece de, tüm gizemcilerce paylaşılan kanıların yanında, daha yörel ve daha geçici nitelikte kanılarla karşılaşırız. Öznel kesinlikleri nedeniyle temelde gizemci kanılarla karışıp, birleşirler bunlar kuşkusuz.
Biz, böylesine temelsiz gelişmeleri önemsemeyip, kendimizi tüm gizemcilerin paylaştığı inançlarla sınırlayabiliriz……………………………………………… Bu soruların dördünde de, tümüyle gelişmiş gizemcilik bana yanlış da gelse, başka türlü elde edilemeyecek, gizemci duyuşlarda öğrenilmesi gerekli bilgelik unsurunun bulunduğu kanısındayım. Gerçek bu ise, gizemcilik dünyaya ilişkin bir inanç  diye değil bir yaşam görüşü diye salık verilebilir. (S.16-19)


SEZGİ İÇGÜDÜNÜN GELİŞMİŞ BİR BİÇİMİDİR

Bir tavuğu yavru ördek sürüsü arasına, kuşkusuz, sezgi götürür, yoksa ördekleri analitik yöntemle tanımak amacı değil; ancak, ördekler suya girdiklerinde, sezginin yanılsaması ortaya çıkar ve tavuk kıyıda kalakalır. Gerçekte sezgi, içgüdünün bir yönü, gelişmiş bir biçimidir; tüm içgüdüler gibi de sözünü ettiğimiz hayvanınki gibi alışkanlıkları biçimlendiren alışılmış çevrelerde hoşa gider; çevreler, alışılagelmemiş eylem  biçimi gerektirecek bir duruma dönüşür dönüşmez, tümüyle yetersiz kalır. (S.28)


DOĞAYA NASIL BAKMALIYIZ?

Doğa’nın kitabını da tümüyle görüntü olduğu kanısıyla okumak, onu anlamaya götürmez bizi. Mantığımız sıradan dünyayı kolay anlaşılır bulmak istiyorsa, karşı tutum almamalı, onu genellikle, metafizikçilerde bulunmayan bir iyi karşılayışla ele almalıdır. (S.33-34)


BİLİMSEL TUTUM

Bilimsel tutum bir aktarma olayı, dışardan edinilen bilgi değildir; tıpkı davranışların bir görgü kitabı olayı olmadığı gibi. Aklın bilimsel tutumu, bilmek istemenin yararına, tüm öteki isteklerin bir yana atılmasını gerektirir - umutlarla korkuların, tutkularla kinlerin, öznel duygusal yaşantının tümüyle bastırılmasını içerir, yeter ki sonunda elimizdeki verilere boyun eğelim; önyargılardan arınmış, yansız, olduğunca görmek dışında bir istekte bulunmaksızın, var olanı, bir takım ilişkilerle, olumlu ya da olumsuz, istediğimiz ya da düşleyebileceğimiz biçimde saptanması gerekliliği inancından uzak, açık seçik görmesini öğrenelim. (S.68)


DUYU-VERİLERİ FİZİKSELDİR

Bu sorunu tartışmadan önce, “akli” ile “fiziksel” terimlerinin kullanıldıkları anlamların tanımlanması gerekir. “Fiziksel” kelimesi, en ilkel tartışmalarda, “fiziğin ilgilendiği” anlamında alınmalıdır. Fizik bize, açıkça bilindiği gibi, gerçek dünyanın ögeleri olan bileşenleri (constituents) üzerine bir şeyler söyler;

bu bileşenlerin ne olduğu kesinlikle bilinmeyebilir, ancak, nitelikleri ne olursa olsun, bunlara fiziksel denilecektir yine de.

“Akli” teriminin tanımı daha güçtür; bu konuda bir tanıma birçok ayrılıklar tartışılıp, karara bağlandıktan sonra varılabilir. Bundan ötürü şimdilik bu ayrılıklara dogmatik bir karşılık varsaymakla yetinmeliyim. Bir tikel’e (particular), bir şeyin bilincine vardığında‘akli’ diyeceğim; bu olguyu da akli bir tikeli bir öge olarak içerdiğinde, “akli” sayacağım. Birbirlerini aştıklarını varsaymak için bir neden göremesem de, akli ile fizikselin karşılıklı birbirlerini dışarıda bırakmalarının gerekmediği anlaşılacaktır.

Bizim “akli” konusundaki tanımımızın doğruluğuna ilişkin kuşku, bugünkü tartışmamızda pek önemli değildir. Çünkü, burada beni ilgilendiren, duyu verilerinin fiziksel olduklarını göstermektir; ardından gelecek, akli olup olmadıklarını sorununa bu incelememizde kayıtsız kalabiliriz. Mach, James ve “yeni gerçekçiler” in, akli ile fiziksel arasındaki ayırımın salt bir düzenleme sorunu olduğu görüşlerine katılmasam bile, söyleyeceklerim yine de öğretilerine uygun düşecek ve aynı sonuca onların görüş açısından da ulaşılabilecektir.

Duyu -verileri üzerine tartışmalarda iki sorun genellikle birbirine karıştırılır; şöyle ki:

1. Duyulur nesneler, varlıklarından duyarlı olmadığımızda da süregiderler mi? Başka bir deyişle, belirli bir zamanda veri olan duyulurlar ( sensisilia ) , kimi kez, veri olmadıklarında da var olmakta süregiderler mi?

2. Duyu -verileri akli mi yoksa fiziksel midir?

Duyu-verilerinin fiziksel olduğunu savunmayı, öte yandan da, veri olmadıklarında değişmez olarak süregitmediklerini göstermeyi öneriyorum.

( Bu cümle nesnel doğanın inşası fikrinin yapıtaşıdır.)

Süregitmedikleri görüşünün, çoğunluk -bence yanlıştır-, onların ‘akli’ olduklarını içerdiği sanılır; kanımca da bu, şimdiki sorunumuzla ilgili karışıklığın kaynağıdır. Kimi kişilerin düşündüğü gibi, eğer duyu-verilerinin, veri olmaktan çıktıktan sonra da süregitmelerinde, mantıksal bir olanaksızlık varsa bu, kesinlikle ‘akli’ olduklarını göstermeye yönelir; yok eğer, benim dediğim gibi, veri (data) olmadıklarında süregitmezlikleri, ampirik yollarla saptanmış nedensel (causal) yasalardan bir çıkarsama ise, birlikte bu tür bir içerik (yani, ‘akli’ oldukları konusunda) getirmez; biz de bunları fiziğin konusunun bir bölümü diye ele almakta özgür oluruz.

( Bu cümle bence kuantum fiziğinin ortaya koyduğu sonuçların felsefi yansımasıdır. Russell, Einstein ve Bohr çağdaş düşünür ve bilim adamlarıdır. Hatta 1955’te hepsi ortak bir bildiriye imza atmışlardı; Russell-Einstein Manifestosu… Her neyse, konumuza dönersek, Russell bence şunu çok iyi biliyordu; kuantum fiziğine göre – çok basit olarak açıklamaya çalışırsak- bir şey, biz onu algıladığımız için vardır.)

Bu konuda şu alıntıyı yapmak anlaşılırlık açısından faydalı olacaktır:

   Kuantum Fiziğinin Kopenhag Yorumu'nu harfiyen alırsanız size söylediği şudur: Elektron dalgası tüm evren ona baktığı için çökerek detektör perdesinde bir nokta oluşturur. Bu yeterince garip; fakat bazı evrenbilimciler (Stephen Hawking de dahil) buradan, "Evrenin dışında" evrene bir bütün olarak bakıp tüm dalga fonksiyonunu çökerten başka bir şeyin olması gerektiği anlamının çıkacağından endişe ediyorlar. Bundan farklı olarak John Wheeler sadece bizler gibi bilinçli gözlemcilerin varlığının dalga fonksiyonunu çökertip Evreni var ettiğini iler sürdü. Bu tabloya göre evrendeki her şey sadece biz ona bakıyoruz diye var.
Eser Adı:
Schrödingerin Yavru Kedileri
Yazarlar:
Yayımcı:
Metis Yay. Nisan 2008
Sayfa:
34

Şimdi anladığım kadarıyla Russell yukardaki cümlesiyle, Berkeley’in “insan düşüncesinin, algılamasının dışında, bağımsız bir dış dünya yoktur. “Varolmak algılanmaktır” (Esse est percipi)”  düşüncesinden kurtulmanın yolunu arıyor.  
Russell’ın, değişmez olarak “Süregitmezlik”ten anladığı şey bu noktada “Dalga Fonksiyonunu” gibi görünüyor. Bu, düpedüz Aristotelesci tabirle “potential” potansiyel, güç, kuvvet, imkan’dır. (Potansiyel kavramını Ahmet Arslan hocamın çevirdiği  anlamda güç, kuvvet, imkan olarak anlıyorum. Aristoteles 1996, Metafizik, İstanbul: Sosyal Yayınlar, çev: Ahmet Arslan, s.395)
Yani “algı nesnesi” diyelim, biz onu algılamadığımız sürece var olmakla yok olmak arasında asılı bir “imkan” olarak kalır. Russell, algılarımızın nedeninin fiziksel nesneler olduğunu söylüyor fakat biz onları algılamadığımız zaman “değişmez olarak süregitmediklerini” söyleyerek algı nesnelerinin, algılanmadıklarında “imkan” olarak kaldıklarını kabul ediyor aslında.
Russell’ı dinlemeye devam edelim;
Mantıksal yönden, duyu-verisi bir nesne, öznesinin bilincine vardığı bir tikel’dir. Özneyi, inançlar ile istemlerin yaptığı gibi, bir bölüm diye içine almaz. Bundan ötürü de duyu-verisinin varlığı, mantıksal yönden, özneninkine bağlı değildir ; çünkü, bildiğimce, A’- nın varlığının, mantıksal yönden, B ’nin varlığına dayandığı tek durum, B ’nin A’nın bir bölümü olduğu durumdur. Bu yüzden, duyu -verisi olan bir tikelin veri olmaktan çıktığında da süregitmemesi, ya da öteki benzer tikellerin veri olmaksızın varolmamaları için a priori bir neden yoktur. Duyu-verilerinin ‘akli’ oldukları görüşü, kuşkusuz, hem fizyolojik öznelliklerinden, hem de duyu-verileriyle “ duyumları” (sensations) ayıramamaktan doğar.

‘Duyum’ derken, öznenin duyu-verisinin bilincine varmasını içeren olguyu kastediyorum. Böylece duyum bir bileşiktir (complex); öznesi bir bileşendir (constituent); bu nedenle de akli’dir. Öte yandan, duyu-verisi, öznenin duyumda bilincine vardığı dış nesne gibi, öznenin karşısında durur. Duyu-verisinin bir çok durumlarda, öznenin içinde, gövdesinde olduğu gerçektir; ancak, öznenin gövdesi özdeksel dünyanın bir parçasıdır. Bu nedenle, duyu-verileri duyumlardan kesinlikle ayırt edildiğinde, öznellikleri de psikolojik değil fizyolojik diye alındığında, (Bu bir koşuldur, bir koşul tercih edilmiştir. Bilimi mümkün kılma yönünde haklı bir istek var burada. Ancak, Tam olarak Akılsal kesinlik içermeyen noktalarda varsayımlar üzerinde kapalı sistem inşa ederek bunu, sayfa 68 de ifade edilen “Bilimsel Tutum”la uzlaştırmak kanımca oldukça zordur. Eğer “bilmek istemenin yararına, tüm öteki isteklerimizden vazgeçeceksek, yansız olacaksak, önyargılarımızdan kurtulacaksak, var olanı bir takım ilişkilerle, olumlu ya da olumsuz, istediğimiz ya da düşleyebileceğimiz biçimde saptanması gerekliliği inancından uzak, açık seçik görmesini öğreneceksek” daha “mütevazi” olmamız gerekmez mi?)   fiziksel sayılmaları yolundaki ana engeller ortadan kaldırılır. (S.155-158)


Kanımca Russell burada Kuantum fiziğinden ziyade Mantık ilkelerine sığınarak nesnel dünya tesis etmeye çalışıyor.

 “DUYULAR” İLE “NESNELER”

“Duyulurlar”, fiziksel dünyanın en son bileşimleri, ögeleri, sayılacaksa eğer, sağduyunun “nesne” sine ya da fiziğin “özdek” ine ulaşmadan önce uzun ve güç bir yolculuğun yapılması gerekir. Bir nesnenin değişik kişilere görünüşleri sayılan değişik duyu-verilerinin birleştirilmelerinin varsayılı olanaksızlığı, bu “duyulurlar” ın salt öznel görüntüler sayılmalarını gerekli kılar.

Belirli bir masa bir kimseye dikdörtgen görünümü verir, bir başkasına ise iki dar açılı, iki geniş açılı görünür.

Bir kimseye kahverengi, ışığı yansıttığı bir başkasına ise ak ve parlak görünür. Bu değişik biçimlerle değişik renklerin bir anda aynı yerde bulunamayacağı, bundan ötürü de, ikisinin birden fiziksel dünyanın öğeleri olamayacakları söylenir. Bu yerinde görüş, açıkça söyleyeyim, bana, yakın zamanlara dek, çürütülmez gelmiştir. Karşıt görüş ise, Dr. T. P. Nunn’un  “İkincil Nitelikler Algı” dan Bağımsız mıdırlar?” başlıklı yazısında ustalıkla savunulmuştur.

Varsayılı olanaksızlık, gücünü “bir yerde” deyişinden alır; ve yine bu deyişte güçsüzlüğü yatar. Uzay kavramı felsefede -şöyle bir düşününce bu tür bir tutumu savunmayacak kişilerce bile- Kant’ın, psikolojik bilgisizliği içinde varsaydığı gibi belirli, basit ve yalın değilmişler gibi ele alınmıştır çoğunlukla.

Kısaca göreceğimiz gibi, gerçekçilere güçlük çıkaran, karşısındakilere hak etmedikleri üstünlüğü veren, “yer” sözcüğünün algılanamamış belirsizliğidir. Değişik türlerin iki “yer” i -bulunduğu yer ile öteden göründüğü yer- her duyu-verisinde içerilir. Göreceğimiz gibi, belirli kısıtlamalarla aralarında bağlılaşma kurma olanağı varsa da, değişik uzaylara ilişkindirler bunlar.

Bir nesnenin değişik görünümleri dediklerimizin her biri ilgili gözleyicinin özel uzayındadır. Bir gözleyicinin özel dünyasındaki bir yer, bir başka gözleyicinin özel dünyasındaki bir yerle özdeş değildir hiç bir zaman. Bundan ötürü, değişik görünümleri bir yerde birleştirme diye bir sorun yoktur; yine bu nedenle, tümünün bir yerde bulunamayacağı gerçeği de, fiziksel gerçekliklerinden kuşkulanılması için bir neden oluşturamaz.

Sağduyunun “nesne” si, gerçekte, bütün görünümlerinin oluşturduğu sınıfla özdeşleştirilebilir; ancak, görünümler arasına yalnız gerçek duyu-verilerini değil, varsa, “duyulurlar” ı da katmalıyız; kendilerine veri görünecek gözlemciler yoksa bile, süreklilik ile benzetim gerekçesiyle, eş görünümler sistemine ilişkin sayılabilir bunlar. (Bu da bir tercihdir. Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz kuantum fiziğinin sonuçları görmezden geliniyor.) 

(Bölümün başındaki paragrafta “duyulurlar” ın salt öznel görüntüler sayılmalarının gerekli kılındığından bahsedilmişti. Bunu aşmaya yönelik olarak Russell, nesnenin “bulunduğu yer” ile “öteden göründüğü yer” ayrımını yapıyor. Özne-Nesne ayrımı yaparak nesneye özerklik vermenin yolu açılıyor.)


 Bir örnek bunu daha da iyi açıklayabilir. Bir odada bir kaç kişinin bulunduğunu, hepsinin de söylediklerine göre, özdeş masaları, iskemleleri, duvarları ve iskemleleri gördüğünü varsayın. Bu kimseler arasında kesinlikle özdeş duyu-verileri olan iki kişi yoktur; yine de, verileri arasında, verilerin kiminin bir “nesne” nin birkaç gözleyiciye görünümleri diye, ötekilerini de bir başka “nesne” nin görünümleri diye kümeleştirilmelerini sağlayacak yeterince benzerlik bulunur. Odadaki belirli bir nesnenin gerçek gözleyicilere sunduğu görünümlerin yanında, orada bulunmayan öteki gözleyicilere sunacağı başka görünümlerinin de bulunduğunu varsayabiliriz. ( Kuantum fiziğine göre varsayamayız. Odada bir algılayıcı olmayacağından –bu algılayıcının insan olduğunu varsayıyorum- odadaki nesne dalga fonksiyonu yani imkan olarak kalacaktır. Yine ayrıca Russell benzeliği gerekçe gösterek “varsayabiliriz” diyor, Bu da bir tercihdir. Varsaymayı tercih ediyor Russell. Bu tercihlerin temellendirilmesinin merkezinde hep süreklilik ile benzetim gösteriliyor.)

Bir kimse, iki kişi arasında oturursa, odanın ona sunacağı görünüm, öteki iki kişiye sunduğu görünümlerin ortasında olacaktır; bu görünüm, yeni gelen gözleyici duyu organlarından, sinirler ile beyinden yoksunsa, var olamaz; ancak, yine de, şimdi yer aldığı durumdan, odanın kimi görünümünün o gelmeden önce de orada olduğunu varsaymak doğaldır. Bu varsayışın üzerinde durmak gereksizdir, bilinmelidir yalnızca.

“Nesne”, görünümlerinin bir teki ile, özdeşleştirilemeyeceğinden, bu görünümlerin tümünden ayrı ve onların temelinde düşünülmüştür hep. Ancak, Occam’ ın  ustura ilkesine göre, görünümler sınıfı, tarih öncesi metafizikçilerin nesneyi icat ettikleri amaçları yerine getirecekse, kavramlarda tutumlu davranmak,
bizden nesneyi görünümlerinin sınıfı ile özdeşleştirmemizi ister. Bu görünümler altındaki tözü (substance) inkar etmek gereksizdir; bir tözü varlığını öne sürmekten kaçınmak çıkar yoldur. İşlemimiz burada, yararsız
metafizik canavarların matematik felsefesinden atılması işleminin bir benzeridir kesinlikle.
(S.158-162)


MADDİ EVRENİ “ÇIKARSAMAK”

Yapımları çıkarımların yerine koyan yöntemin tam uygulanması, konuyu tümüyle duyu-verilerine, üstelik tek bir kişinin duyu-verisine ilişkin gösterecektir; çünkü başkalarının duyu-verisi, bir ölçüye kadar çıkarım olmaksızın bilinemez. Ancak, bu şimdilik bir ideal, ulaşılması ise ancak daha başlangıcında bulunduğumuz uzun bir hazırlık çalışmasından sonra gerçekleşebilecek bir ideal olarak kalmalıdır. Öte yandan kaçınılmaz olan çıkarımlar, belirli yöneltici ilkelere bağlanabilirler.

Önce, her zaman yetkin bir açıklığa kavuşturulmalı, en genel biçimde de belirtilmelidirler. Sonra, çıkarılan varlıklar, elden geldiğince, varlıkları verilenlere benzemeli, sözgelimi Kant’ın Ding an Sich’i gibi çıkarımı destekleyen verilerden uzak bir şey olmamalıdırlar.

Ben, ancak iki türlü ‘çıkarılan varlık’ kabul edeceğim :

a.) Öteki kimselerin duyu-verileri, -ki bunlar, benden başka insanların da, bir aklı olduğunu gösteren analojik kanıtlara dayanırlar;

b.) Aklın bulunmadığı yerlerden görünen, kimsenin verileri olmasalar da gerçekliklerini varsaydığım “duyulurlar

Bu çıkarılan varlıkların iki sınıfından ilki, karşı çıkılmadan kabul edilebilir. Onsuz yapabilmek, böylece de fiziği tekbenci (solipsist) bir temelde kurabilmek bana en büyük hazzı verecektir. Ancak, insanoğluna özgü tutkuları, mantıksal tutumluluğa duyulan istekten daha güçlü olan kişiler -korkarım, çoğunluktadır bunlar- kuşkusuz, tekbenciliği bilimsel yönden yeterliliğe dönüştürme isteğimi paylaşmayacaklardır. (S.165-166)

(Ben kendimi şahsen bu gurupta görmüyorum J şahsen üzerinde durmak istediğim nokta, Russell’ın nesnel dünyanın rasyonel inşasındaki problemlere dikkat çekmektir.)



ÖZEL UZAY İLE PERSPEKTİFLERİN UZAYI

Şimdi “yer” sözcüğündeki belirsizliği açıklamamız gerekiyor; nasıl olur da, değişik türde iki yer, nesnenin bulunduğu yer ile algılandığı yer, her duyu-verisi ile birleştirilir? Savunulacak kuram Leibniz’in monadoioji’sini andırır; yalnız onun kadar akıcı ve düzenli değildir. Burada üzerinde durulacak ilk olgu, bulunabildiğince, bir “duyulur” un iki kişiye bir anda veri olmadığıdır. İki ayrı kimsenin gördüğü şeyler çoğunluk yakın benzerlik taşır; öylesine benzeyebilirler ki, anlatmak için özdeş sözcükler kullanılabilir; bundan yoksun, duyulur nesneler konusunda öteki kişilerle iletişim (communication) olanaksızdır. Ancak, bu benzerliğe rağmen, görüş açısının değişikliği nedeniyle ortaya bir ayrılığın çıktığı görülecektir hep.

Böylece ayrı duyu-verilerinden ötürü herkes özel bir dünyada yaşar. Bu özel dünya kendi uzayını ya da uzaylarını içerir; görüş uzayını, dokunuş uzayı ile öteki duyuların türlü uzaylarına bağlılaştırmayı bize yalnızca deneyin öğrettiği görülecektir. Bu özel uzayların türlülüğü, psikoloji için ilginç de olsa, bizim sorunumuz için pek önemli değildir; çünkü yalnız tekbenci bir deney, onları tüm duyu-verilerimizi kapsayan bir özel uzayda bağlılaştırmamızı sağlar. Duyu verisinin bulunduğu yer, özel uzayda bir yerdir.

Bundan ötürü de, bu yer bir başka algılayıcının özel uzayındaki yerlerden değişiktir. Çünkü, mantıksal tutumluluğun istediği gibi, her durum göreli varsayılırsa, bir yer yalnız içindeki ve çevresindeki şeylerle tanımlanabilir; bu nedenle de bir yer, ortak ögeleri olmayan iki özel dünyada birden bulunamaz. Böylece, bir yerdeki bir nesnenin değişik görünümleri dediklerimizi birleştirme sorunu ortaya çıkmaz; belirli bir nesnenin değişik gözleyicilere değişik biçimlerde ve renklerde görünmesi gerçeği, bütün bu renklerin ve biçimlerin fiziksel gerçekliğine karşı bir tartışma yaratmaz.

Değişik algılayıcıların özel dünyalarına ilişkin özel uzayların yanında, bir başka uzay daha vardır; burada tüm bir özel dünya bir nokta, ya da hiç değilse uzaysal bir birim sayılır. Görüş açıları uzayı diye de betimlenebilir bu; çünkü her özel dünya, evrenin belirli bir noktadan sunduğu bir görünüm sayılabilir.

Özel dünyanın, ancak birisi onu gözleyince gerçekleşebileceği önerisinin önüne geçmek için, ben, ( J ) onlardan perspektifler uzayı diye söz etmeyi yeğleyeceğim- Yine bu nedenle, bir algılayıcı varsaymaksızın, özel bir dünyadan söz etmek istediğimde de, “perspektif” diyeceğim.

Şimdi değişik perspektiflerin bir uzayda nasıl düzenlendiğini anlamalıyız. Bir ve aynı nesnenin, değişik perspektiflerden görünümleri sayılan bağlılaşmış “duyulurlar” yoluyla yapılır bu. Devimle ve tanıklıkla, iki değişik perspektifin, aynı duyulurları içermeseler de, çok benzeyenleri içerebileceklerini buluruz. Bir perspektifin özel uzayındaki “duyulurlar” ın belirli bir kümesinin uzaysal düzeninin, başka bir perspektifin özel uzayındaki bağlılaşmış “duyulurlar” ın uzaysal düzeni ile aynı ya çok benzer olduğu bulunmuştur. Böyle bir perspektifteki  “duyulur” bir başkasındaki “duyulur” ile bağlılaşmıştır. Bu tür bağlılaşmış “duyulurlar” a “bir nesnenin görünümü” denilecektir. Leibniz’in monadolojisinde, her monad bütün evreni yansıttığından, her perspektifte her nesnenin görünümü olan bir “duyulur” vardır. Bizim perspektifler sistemimizde böylesine bir bütünlük varsayımı yapamayız.

Belirli bir nesnenin kimi perspektiflerde görünümü olacak, ötekilerinde ise olmayacaktır. “Nesne” görünümlerinin bir sınıfı tanımlandığından, eğer “K”, içinde belirli bir nesne “f” nin göründüğü gibi bir perspektif sınırı ise, f  “duyulurlar” ın karşılıklı dışarda bırakan sınıflarının bir sınıfı olan K ’nın çoğaltıcı sınıfının bir üyesidir. Benzer biçimde, perspektif de içinde göründüğü çoğaltıcı nesneler sınıfının bir üyesidir.

Perspektiflerin uzayda düzenlenmesi, belirli bir nesnenin değişik perspektiflerden görünümleri arasındaki ayrılıklarla gerçekleştirilir. Sözgelimi, belirli bir paranın (on kuruşun) türlü perspektiflerden göründüğünü varsayalım : kiminde daha büyük, kiminde daha küçük görünür; kiminde yuvarlak görünür, ötekilerde ise değişik bir elips görünümü sunar. Paranın yuvarlak göründüğü bütün perspektifleri bir araya toplayabiliriz.

 Paranın büyüklüğündeki değişimlere göre dizilerde düzenleyerek, düz bir çizgi üzerine koyarız bunları. Paranın belirli bir kalınlıkta düz bir çizgi gibi göründüğü perspektifler de benzer biçimde bir düzlem üzerine konulur; (ancak, bu durumda, paranın eşit büyüklükte pek çok perspektifleri bulunabilir; bir düzenleme bitirilince (bunlar para ile merkezleri bir olan bir daire oluşturacaktır); yine, paranın büyüklüğüne göre önceki gibi düzenlenir. Böylece, paranın görsel (visual) görünümünün sunduğu bütün bu perspektifler üç boyutlu uzaysal bir sırada düzenlenebilir. Deneyler gösterir ki, paranın yerine, incelediğimiz tüm perspektiflerde görünen bir nesneyi ya da değişik perspektiflerde özdeş nesnelerin görünümleri arasındaki ayrılıklardan başka bir yararlanma yöntemi seçersek, perspektiflerin özdeş uzaysal düzeni ortaya çıkar. Tümü içeren bir fizik uzayının yapımını olanaklı kılan, işte bu ampirik olgudur. Yapımı burada açıklanan, ögeleri tüm perspektifler olan uzaya, “perspektif-uzay” denilecektir. (S.167-171)


 “NESNELER” İLE “DUYULURLAR” IN PERSPEKTİF UZAYA KONULMASI

Buraya kadar yaptığımız dünya altı boyutlu bir dünyadır; her biri ayrı ayrı üç boyutlu olan, üç boyutlu perspektifler dizisidir bu. Şimdi, perspektif uzay ile türlü perspektiflerde içerilen türlü özel uzaylar arasındaki bağlılaşmayı açıklamak gerek. Fiziğin üç boyutlu uzayı bu bağlılaşma ile kurulur; yine bu bağlılaşmanın bilinçsiz işlemi de perspektif -uzay ile algılayıcının özel uzayı arasındaki ayırımı bulandırıp, fizik felsefesi için yıkıcı sonuçlar yaratır.

Paramıza (on kuruşumuza) dönelim biz : içinde paranın daha büyük göründüğü perspektifler paraya, daha küçük göründüğü perspektiflerden daha yakın sayılırlar; ancak, deneye gelince, paranın boyutları belirli bir sınırdan, -örneğin, paranın göze öylesine yakınlaştığı, daha da yaklaşırsa görünemeyeceği yerden,- sonra değişmeyecektir. Dokunmayla, dizileri, para göze değinceye dek, uzatabiliriz. Önceden tanımlanan anlamda, perspektifler çizgisi boyunca gidersek, paranın düşleyerek perspektifler çizgisini, bir başka para aracı ile diyelim, uzatabiliriz.

Para aracı ile tanımlanan başka perspektifler çizgisi için de benzer işlem yapılabilir. Tüm bu çizgiler belirli bir yerde, belirli bir perspektifte kesişir. Bu perspektif, “paranın bulunduğu yer” diye tanımlanacaktır. Yapılmış fiziksel uzaydaki iki yerin hangi anlamda belirli bir “duyulur” la birleştirildiği açıktır artık. Önce, “duyulur”  un üyesi bulunduğu perspektif olan yer vardır; “duyulur” buradan görünür. Sonra, “duyulur”  un üyesi bulunduğu öteki nesnenin, başka bir deyişle, görünümün, yeri vardır; “duyulur” burada görünür. Bir perspektifin üyesi olan “duyulur” başka bir perspektifle, duyulurun görünümü olduğu nesnenin bulunduğu yerle, karşılıklı bağıntılıdır.

Psikologlara “yer, ki oradan” daha önemli, daha ilginç gelir; bundan ötürü de, “duyulur” öznel ve algılayıcının bulunduğu yerde görünür. Fizikçi için, “yer, ki orada” daha ilginç, daha önemlidir, bundan ötürü de, “duyulur” ona fiziksel ve dışlak görünür. Bu iki zıt görüşün her birinin nedenleri, sınırları ve yandaş tanıtlanmaları üstteki belirli “duyulur” la birleştirilen yerlerin ikililiğinde görülür.

Fiziksel bir nesneye perspektif uzayında bir yer verebileceğimizi gördük. Böylece, gövdemizin değişik bölümleri perspektif uzayında durumlar elde eder; bundan ötürü de, duyu- verilerimizi içeren perspektifin kafamızda bulunduğunu söylemek (doğru ya da yanlış, bizi ilgilendirmez) bir anlam taşır. Bu nedenle, perspektif, yukarıda tanımlandığı anlamda, kafamızda ise, aklın da kafamızın içinde bulunduğunu söylememiz yerinde olur. Belirli bir nesnenin değişik görünümleri için artık kimi nesneye ötekilerden daha yakındır diyebiliriz; “nesnenin bulunduğu yere” daha yakın perspektiflere ilişkin görünümler daha yakındırlar. Böylece, bir nesne konusunda, onu yakından incelemekle, uzaktan gözlemekten daha çok şey öğrenebileceğini söylemekte de doğru ya da yanlış, bir anlam bulabiliriz.

“Özne ile görünümü kendisine veri olan nesne arasına giren nesneler” deyişi de önem kazanır; bir amaçı gösterir. Duyu-verilerimizin öznelliği için çoğunlukla öne sürülen bir neden, nesnenin görünümünün, (nesnenin kendisinin değiştiğini varsaymada güçlük çektiğimizde), değişebildiğidir; örneğin, değişme, gözlerimizi kapamamıza ya da nesnenin ikili görünmesi için kısmamıza bağlı ise. Nesne, eğer görünümlerinin sınıfı diye tanımlanırsa (yukarıda kullanılan tanımlamadır bu), görünümlerinden birisi değiştiğinde, nesnede de, kuşkusuz kimi değişiklik beklenir. Görünümlerin değişebileceği iki tür yol arasında çok önemli bir ayrım vardır.

Bir nesneye baktıktan sonra gözlerimi kaparsam, gözlerimin görünümü, içinde böyle bir görünüm olduğu her perspektifte değişir; öte yandan, nesnenin çoğu görünümleri değişmeden kalır. Bir tanımlama olarak diyebiliriz ki, nesnenin hemen yanında, olabildiğince yakınındaki görünümlerde değişiklikler olursa, nesne değişir. Öte yandan, nesnenin karşılaştırıldığından uzak düşen görünümleri değişirken, belirli uzaklığı aşmayan bütün görünümleri değişmez kalırsa, değişikliğin bir başka nesnede olduğunu söyleriz. Bu görüşten, gelecek konumuza, özdeğin incelenişine yöneliriz kuşkusuz. (S.172-175)

 MADDENİN TANIMI

“Fiziksel nesne” yi görünümlerinin sınıfı diye tanımladık; ancak bunu maddenin tanımı diye alamayız. Belirli bir perspektifte bir nesnenin görünümünün, perspektif ile nesne arasındaki madde ile etkilendiği olgusunu açıklayabilmeliyiz. “Nesne ile perspektif arasında”  deyişinde bir anlam bulduk; ancak, maddenin görünümlere etkisini belirlemek için, biz maddenin nesnenin görünümleri sınıfından başka bir şey olmasını istiyoruz.

Genellikle, bir nesne üzerine bilgimizin nesne daha yakınken daha kesin olduğunu varsayıyoruz.

Uzaktan bir adamı görürüz. Sonra Jones’u görürüz. Daha sonra, güldüğünü görürüz. Tam kesinliğe bir sınırda ulaşılabilir: biz kendisine yaklaştıkça, Jones’un görünümleri bir sınıra varır; bu sınır Jones’un gerçekte ne olduğunu gösterir. Fizik açısından, nesnenin yakın görünümlerinin uzak görünümlerinden daha geçerli olduğu açıktır. Bu nedenle de, bir deneme niteliğinde şu tanımı oluşturabiliriz :

( Burada kriter değişik perspektiflerden ziyade insan gözünün net olarak görebileceği en yakın mesafe alınmış görünüyor. Bence bu kuramın tamamının en zayıf karnı bu noktadır. Böyle bir düşünce batıl inançtır. Örneğin bir atoma elektron mikroskobuyla bakmak bu düşünceye göre bize çok daha kesin bilgiler verir. Halbuki bütün sorunlar daha yakından bakınca ortaya çıkmıyor mu? Daha yakından bakınca atomaltı parçacıklarının gerçekliği sorunları çıkmadı mı? Daha yakından bakınca daha büyük boşluklar görmedik mi? Kuark lar gerçek mi değil mi? Daha yakından bakınca bence bilgisizliğimizin boyutları hakkındaki bilgimiz kesinleşiyor. J  )


Belirli bir nesnenin maddesi, nesneden uzaklıkları azaldıkça, görünümlerinin sınırıdır. Bu tanımda bir şeyler vardır, ancak, yeterli değildir; çünkü ampirik yönden, duyu -verilerinden elde edilebilecek böyle bir sınır yoktur. Yapımlarla, tanımlarla destekleyerek, tanımla yetinilebilir. Ama bu, bizi bakılması gerekli yere yöneltiyor. Şimdi, fiziğin oluşturduğu, maddeden duyu-verilerine doğru olan ters yolculuğu ana çizgileriyle anlayacak durumdayız.

Bir nesnenin belirli bir perspektifte görünümü, nesneyi oluşturan madde ile araya giren maddenin bir işlevidir.

Nesnenin görünümü, araya giren dumanla, sisle ya da algılayıcının duyu -organlarında ya da sinirlerdeki değişikliklerle (bu da araya giren sayılır) değişir.

Nesneye ne kadar yaklaşırsak, görünümü araya giren madde ile o kadar az etkilenir.
Nesneden ne kadar uzaklaşırsak, görünümleri ilk niteliğinden o kadar çok ayrılır;

ayrılıklarının nedensel yasaları, onlarla nesne arasında yatan maddenin terimleriyle belirtilmelidir. Çok az uzaklıktaki görünümler nesnenin kendisi dışındaki nedenlerle daha az etkilendiğinden, uzaklık azaldıkça bu görünümlerin yöneldikleri sınırın, göründüğüne karşın, nesnenin “gerçekte ne olduğunu”  belirlediğini düşünürüz. Bu, nedensel yasaların açıklanması için gerekliliğiyle birlikte, maddenin duyu-verilerinden daha gerçek olduğuna ilişkin tümüyle yanlış bir duygunun kaynağı sayılabilir. Maddenin sonsuz bölünürlüğünü düşünün, örneğin. Belirli bir nesneye bakarken ve yaklaşırken, bir duyu-verisi birkaç olacak, bunların her biri de yeniden bölünecektir. Böylece bir görünüm birçok nesneyi gösterebilir; sürecin sonu gelmez. Sınırda, nesneye sonsuzca yaklaştığımızda, sonsuz sayıda madde birimleri olacaktır; sonsuz bölümlülük işte böyle ortaya çıkar.

Nesnenin tüm nedensel etkililiği onun maddesinde yatar. Bir anlamda bu ampirik bir olgudur; ancak kesinlikle belirlenmesi güçtür; çünkü, “nedensel etkililiği” tanımlamak güçtür. Nesnenin maddesi konusunda ampirik yönden bilinebilen, sadece yaklaşık şeylerdir; çünkü nesnenin görünümlerini çok küçük mesafeden bilemeyiz; bu görünümlerin sınırını da kesin bir biçimde çıkaramayız. Sınır, ancak gözleyebildiğimiz görünümlerin aracıyla yaklaşık olarak çıkarılır. Sonra, bu görünümlerin, fizikte yanıbaşımızdaki maddenin işlevi olarak, gösterilebileceği ortaya çıkar; örneğin, uzak bir nesnenin görsel (visual) görünümü, gözlere ulaşan ışık dalgalarının bir işlevidir. Bu da düşünce karmaşası yaratır; ancak gerçek bir güçlük çıkarmaz. Görsel (visual) nesnenin bir görünümü, sözgelimi, öteki zamandaş görünümleri saptamaya, belirli bir ölçüde yaklaşsa da, yeterli değildir. Nesnenin gizli yapısının saptanması, yalnızca inceden işlenmiş dinamik çıkarımlarla gerçekleştirilebilir. (S.175-179)

ZAMAN

“Yaşam öyküsünü”  belirli bir “duyulur”  ile zamandaş ya da ondan önce ya da sonra olan (doğrudan doğruya) her şey diye tanımlayabiliriz. Bu bir perspektifler dizisi verecektir; bunların tümü, bir kişinin deneylerini oluşturabilir; hepsi zorunlu olarak böyle yapacak demek değildir bu. Bu türde, dünya tarihi birbirlerini karşılıklı olarak dışarda bırakan yaşam öykülerinin sayılarına, bölünür.

Şimdi değişik yaşam öykülerindeki zamanları bağlılaştırmamız gerekiyor. Değişik yaşam öykülerine ilişkin iki değişik perspektifteki belirli bir (anlık) nesnenin görünümlerinin zamandaş alınmasını söylemek doğaldır; ancak, yetersizdir. A’nın B’ye bağırdığını, B’nin de A’nın bağırmasını duyar duymaz karşılık verdiğini varsayalım. A’nın kendi bağırışı ile B’ninkini duyması arasında bir sure vardır; böylece, A ile B’nin bir bağırışı duymasını zamandaş yaparsak, birbirleriyle değil de belirli olayla zamandaş olan olaylar elde ederiz. Bunu önlemek icin bir “ses hızı”  varsayıyoruz. Bir başka deyişle, B ’nin A’nın bağırışını duyduğu zamanı, A’nın kendi bağırışı ile B ’ninkini duyduğu zaman süresinin yarısı varsayarız. Böylece bağlılaşma gerçekleştirilir. Ses için söylenenler, kuşkusuz, ışık için de geçerlidir. Genel ilke, belirli bir anda, belirli bir nesnenin ne olduğunu saptarken, bir arada kümeleştirilecek değişik perspektiflerdeki görünümlerin tümünün o anda olduğunun varsayılmamasıdır.

Tersine, görünümlerinin niteliğine göre, değişik hızlarda, nesneden dışarıya dağılırlar. Bir yaşam öyküsündeki zamanı bir başkasındaki zamanla doğrudan doğruya bağlılaştırma yolu bulunmadığından, belirli bir andaki belirli bir nesneye ilişkin görünümlerin bu geçici kümeleştirilişi bir yönden gelenekseldir. Amacı, bir ölçüde, bir olayla zamandaş olaylar birbiriyle de zamandaştır türündeki belgileri (maxim) doğrulamak, bir ölçüde de, nedensel yasaların biçimlendirilmesinde kolaylık sağlamaktır. (S.179-181)

NESNELERİN VE MADDENİN KALICILIĞI

Fizik dünyasını duyu dünyası ile birleştirirken, fiziğin değişken varsayımlarının yanında, üç ana sorun ortaya çıkar; bunlar sırayla:

1. tek bir uzayın yapımı,
2. tek bir zamanın yapımı,
3. süreğen nesnelerin ya da maddenin yapımıdır.

Bu sorunların ilki ile İkincisini inceledik; üçüncüsü kaldı incelenecek.

Değişik perspektiflerdeki bağlılaşmış görünümlerin, fiziğin, tümü içeren zamanı içindeki bir anda bir “nesne”  yi oluşturmak üzere nasıl birleştirildiklerini gördük. Şimdi, değişik zamanlardaki görünümlerin bir “nesne”  ye ilişkin olarak nasıl birleştirildiğini ve fiziğin kalıcı “maddesine” nasıl varacağımızı inceleyeceğiz.

Süreğen töz varsayımı, ki bu teknik yönden fiziğin işlemesinin temelidir, metafiziksel yönden onaylanamaz kuşkusuz, bir çok kişinin, bir anda, gördüğü bir yapımdır, öyleyse yine o kişilerin ya da değişik kişilerin değişik zamanlarda gördüğü nesne de bir yapımdır demeye benzer bu; oysa, gerçekte, belirli “duyulurlar” ın belirli bir kümelenişinden başka bir şey değildir.

Bir “nesnenin”  bir anlık durumunun değişik perspektiflerdeki “duyulurlar”  topluluğa olduğunu, yapılmış bir zamanda zamandaş değil, “nesnenin bulunduğu yer” den “duyulur”  ların niteliğine dayanan hızlarla dağıldığını gördük. “Nesnenin”  bu durumda bulunduğu zaman, bu görünümlerin oluştuğu zamanların alt sınırıdır. Yine biz; bu nesneye ayrı bir zamanda ilişkin diye bir başka görünümler dizisinden söz etmeye götüreni incelemeliyiz şimdi.

Bunun için, hiç değilse başlangıçta, kendimizi tek bir yaşam öyküsüyle sınırlamalıyız. Belirli bir yaşam öyküsünde, iki  “duyulurun”  bir nesnenin görünümleri oldukları zamanı bilebilirsek, değişik yaşam öykülerindeki  “duyulurlar”  ı nesnenin bir anlık durumunun görünümleri gibi birleştirmesini öğrendiğimizden, nesnenin tarihinin bütün yapısı için gerekli her şey hazır demektir.

Başlangıçta, bilinmelidir ki, sağduyu için nesnenin özdeşliği ile fizik için maddenin özdeşliği arasında her zaman bir bağlılaşma yoktur. İnsanoğlunun gövdesi sağduyu için tek kalıcı nesnedir, fizik için ise maddesi sürekli değişmektedir. Sağduyu kavramının, duyu verilerinin sıradan uzaklıklarındaki görünümlerin sürekliliğine, fizik kavramının ise, nesneden çok az uzaklıktaki görünümlerin sürekliliğine dayandığını söyleyebiliriz. Sağduyu kavramı tam bir kesinliğe yaramayabilir; bundan ötürü, ilgimizi fizikte maddenin
kalıcılığı kavramına yöneltelim. Bir madde bölümünün değişik zamanlardaki iki görünümünün ilk özelliği sürekliliktir.

İki görünüm aracılar dizileriyle birleştirilmelidir; eğer zaman ile uzay yoğun diziler düzenlerse, bunların da yoğun diziler düzenlemeleri gerekir. Yaprakların rengi sonbaharda yazınkinden değişiktir; ancak, biz değişikliğin yavaş yavaş olduğuna, renkler iki belirli zamanda değişikse, belirli zamanlar arasında ara renklerin bulunduğuna inanırız. Süreklilikle ilgili önemli iki görüş vardır.

İlki, çoğunlukla, varsayımlıdır (hypothetical). Bir nesneyi sürekli gözleyemeyiz; gözlemediğimizde de, algıladığımız durumlar arasında ara durumlardan geçtiğini kabul etmek salt bir varsayımdır. Kesiksiz gözlem suresinde sürekliliğin aşağı yukarı doğrulandığı su götürmez; ancak, burada bile, devimler çok hızlı iken, patlamalardaki gibi, süreklilik gerçekte dolaysız olarak doğrulanamaz.

Böylece, duyu-verilerinin, sürekliliği koruyacak biçimde, “duyulurlar”  ın varsayımlı tamamlayıcılığına (complement) izin verdiklerini söyleyebiliriz; bundan ötürü de, böyle bir tamlayıcı bulunabilir deriz. Ancak, varsayımlı “duyurular” ı daha önce bu bicimde kullandığımızdan, bu noktayı bırakıp, bu tür “duyulurlar” ın sürekliliğin korunmasında gerekliliğini onaylayacağız.

İkincisi, süreklilik maddi özdeşliğin yeterli bir ölçütü değildir. Bir çok durumlarda, kayalar, dağlar, masalar, iskemleler v.b. gibi görünümlerin yavaş değiştiği yerlerde, sürekliliğin yeterli olduğu doğrudur; öteki durumlarda ise, hemen hemen bir türden bir sıvının bölümleri gibi, süreklilikten söz edilemez. Sürekli sıralamalarla, bir anda denizin bir damlasındayken, bir başka anda başka bir damlasına yolculuk edebiliriz. Deniz suyunun devimlerini akıntının etkilerinden çıkarabiliriz; ancak, dolaysız gözlemden süreklilik varsayımı ile birlikte çıkarılamazlar.

Sürekliliğin yanında gerekli bir özellik de devimsel yasalara uymaktır. Sağduyunun kalıcı saydığı nesnelerden başlayıp, zaman zaman akli gelen değişiklikler yaparak, belirli yalın yasalara, devimsel yasalara, uydukları görülen, “duyulurlar” topluluğuna ulaşırız. Değişik zamanlardaki “duyulurlar” ı bir madde bölümüne ilişkin sayarak, devim suresince kalıcı bir şeyin yapımı ya da varsayımını önceden varsayan, devimi tanımlayabiliriz. İçinde tüm “duyulurlar” ile görünüm zamanları verilen bir surede oluşan devimler, içinde değişik zamanlardaki “duyulurlar”  ı bir madde bölümünde birleştirdiğimizdekinden değişik olacaktır. Böylece, bütün dünya tarihi tüm ayrıntılarıyla verildiğinde bile, hangi devimlerin yer aldığı sorunu, belirli bir ölçüde, süreklilik varsayımından da sonra, yine de niteldir. Deneyler, devimin, devimsel yasalara uyacak bicimde saptanmasının olasılığını, bu saptamanın da, kabaca ya da genellikle, sağduyunun kalıcı nesneler üzerine görüşleriyle uyuştuğunu gösterir. Saptama, bu nedenle, onaylanır ve değişik zamanlardaki iki görünümün bir madde bölümüne ilişkisini, kimi kez uygulamalı, kimi kez kuramsal olarak, saptamamız için bize bir ölçüt olur. Maddenin zaman boyu tanımlama ile sağlanır, sanıyorum.

Bu sonucu onaylatmak için, fiziğin ampirik başarısıyla neyin ispatlandığını incelemeliyiz. İspatlanan şey, varsayımlarının, duyu-verilerinin ötesine gittiklerinde, doğrulanamasalar da, duyu-verileriyle çelişmedikleri, tersine, yeterince “duyulurlar” kümesi verilince tüm duyu-verilerini hesaplanabilir kıldıklarıdır. Fizik, duyu-verilerini dizilerde toplamayı olanaklı kıldı. Burada her dizi bir nesneye ilişkin sayılır ve fizik yasalarına göre davranır, bir nesneyle ilintisiz diziler ise böyle davranmaz genellikle.

İki görünümün bir nesneye ilişkin olup olmadığının belirsizlikten çıkması isteniyorsa, ortaya çıkan nesnelerin fizik yasalarına uyması için, görünümleri kümelemenin yalnızca tek bir yolu bulunmalıdır. Durumun böyle olduğunu ispatlamak güçtür; ancak, konumuz gereği, bu noktayı bırakıp, tek bir yolun bulunduğunu varsayacağız. Böylece, şu tanımı ortaya koyabiliriz: Fiziksel nesneler, maddesi fizik yasalarına uyan görünüm dizileridir. Bu tür dizilerin var olduğu, fiziği doğrulayan ampirik bir olgudur.
(S.181-187)

TANIMA İLE BİLGİ VE BETİM İLE BİLGİ

Konumuzu tümüyle özetlersek: iki tür nesne bilgisini ayırt ederek konuya girdik; sırayla. tanıma ile bilgi ve betim ile bilgi. Bunlardan yalnız ilki nesnenin kendisini aklın önüne getirir. Duyu-verilerini, çoğu tümelleri, olasılıkla da kendimizi tanırız; ancak, fiziksel nesneler ile öteki akıl’ları (other minds) tanıyamayız. Tanıdığımız özellikte ya da nitelikte bir nesne olduğunu bildiğimizde, nesne üzerine betimsel bilgimiz vardır; başka bir deyişle söz konusu özelliklerin ya da niteliklerin başkası değil, bir nesneye ilişkin olduğunu bildiğimizde, nesneyi tanıyalım tanımayalım, bu nesne üzerine betim ile bilgimiz vardır denilir.

Fiziksel nesnelerle öteki akıl’lara ilişkin bilgimiz, salt betim ile bilgidir; ilgili betimler genellikle duyu - verilerini ilgilendirenler türündedir. Bizce anlaşılabilir tüm önermeler, salt betim ile bildiğimiz nesnelere
ilişkin olsun olmasın, tanıdığımız ögeleri içerirler; çünkü tanımadığımız bir öge bizce anlaşılabilir değildir. Yargının ‘idea’lar denilen akıl ögelerinden oluşmadığını, ögeleri akıl ile belirli nesneler, tikeller ya da tümeller olan bir olgudan oluştuğunu gördük. (En azından birisi tümel olmalıdır.) Bir yargı doğru bir biçimde çözümlendiğinde, ögeleri bulunan nesnelerin tümünü de, yine bir öge olan aklın tanıması gerekir. Bu sonuç bizi, önermelerde bulunan betimsel deyişleri çözümlemeye ve bu tür deyişlerle belirtilen nesnelerin (nesneler açıklıkla belirtilmedikçe) bu deyişleri içeren yargıların ögeleri olmadıklarını söylemeye
zorlar. Bu da bizi, “Marmion’un yazarı Waverley’nin yazarı idi” dediğimizde, Scott’un kendisinin yargımızın ögesi bulunmadığı, yargının da, gösterilen’in anlam türlülüğüyle özdeşliğini gerçeklediğini söyleyerek, açıklanamayacağı görüşüne götürür; (görüş salt mantıksal temellerde de salık verilir.) Yargı, anlam özdeşliğini de öne sürmez. Bundan ötürü de, bu tur yargılar, yalnızca betimsel deyişleri parçalayarak, bir değişken sokarak, önerme fonksiyonlarım en son özneler yaparak çözümlenebilir. Gerçekte, “Falan-filan şu şu dur” demek  “x Falan-filandır, başka bir şey değil ve x şu-şudur” un doğruluğu gerçekleyebileceği anlamına gelir. Bu tur yargıların çözümlemesi bir çok yeni sorunları içerir; ancak, bu sorunların tartışılması bu yazıda ele alınmamıştır. (S.231-233)

Yazar:
Etiketler:

Yorumlar